Dün akşam Avrupa Yakası’nı izlerken Stockholm Sendromu diye bir kelime duydum. Atmasyona bak diye düşünürken bir baktım, böyle bir şey gerçekten var.Giriş olarak özetlersek bu sendrom sizi esaret altına alan kişiye karşı duyulan hayranlıktır. Aynı zamanda köle efendi diyalektiği diyebiliriz. Öyle ya, Hegel’e göre güçlerin eşit olmadığı her ilişki efendi köle ilişkisine döner. Cümleyi böyle yazınca çok güzel bir anlam çıkıyor, ama işin aslı öyle değil. Susan Sarandon’un başrolde olduğu bir film ve Muse grubunun bir şarkısı var. Ayrıca sendrom özel bir bozukluğu ifade eden, tanıyı kolaylaştıran belirti ve bulguların tümü demektir.23 Ağustos 1973 yılında sendromun ismini de aldığı şehir olan Stockholm’de bir banka soygunu gerçekleşir. Jan Erik Olsson isimli soyguncu elinde silahla Kreditbank isimli bankaya girer ve havaya ateş açar. Saatler 10.03’ü gösteriyordu. Bu esnada bankadan kaçanlar olur. Soygunu haber alan polis bankayı kuşatır. Ancak Olsson’un pes etmeye niyeti yoktur. Para ile birlikte bankanın önüne bir araba ister. Aynı zamanda cezaevinden arkadaşı Clark Olofsson’un da bankaya getirilmesini talep eder. Polis bütün talepleri yerine getirir. Bankanın önüne bir araba çekilir, arkadaşı getirir ve pazarlıklar arkadaşıyla birlikte yürütülür. Olsson rehineleri bırakmak istemiyordu. 4 rehinesi vardı ve 2 rehineyle beraber arabaya binip uzaklaşmak istiyordu. Polisin kabul etmemesi üzerine gergin bekleyiş başlar. Soyguncu Başbakan Olof Palme’yi arar ve bir rehineyle başbakana konuşturur. Yine sonuç alınamayınca olay diğer ülkelerde de duyulmaya başlandı. Günler geçiyor, ancak anlaşma sağlanamıyordu. 6 günlük gergin bekleyişten sonra, ki halkta polisi suçlamaya başlamıştı- bankaya girildi ve Olsson yakalandı. 10 yıl ceza aldı, 8 yıl içeride yattıktan sonra serbest kaldı. Asıl olay bu direnişten sonra olur. 6 günün sonunda rehineler kurtarılmaya karşı çıkarlar. Rehineler soygunculara bir şekilde bağlılık göstermeye başlamıştır ve onlar aleyhine tanıklık yapmaya da karşı çıkarlar. Hatta olayı iyice abartıp, kendi aralarında para toplayıp savunmalarına katkıda bulunurlar. Hikaye odur ki; rehineden biri nişanlısını terk edip, rehineciye aşık olur ve onunla birlikte olmak istediğini söyler. Bu olaydan sonra da rehinelerin rehinecilere (offf ne zor cümleymiş) duydukları hayranlık, aşk, bağlılık vs. psikolojilerine bu sendromun ismi verilmiş. İsmi tıp literatürüne kazandıran kişiyse Nils Bejerot isminde bir psikologtur.Biz bu sendromla Türk Filmleri aracılığıyla zaten tanışıyoruz. Bütün filmlerimizde bir şekilde kız, onu dağa kaldıran adama aşık olur. Ben hep beklerim ki biri de adamın kafasını bir taşla yarsın, kaçsın kendini kurtarsın. Ama nayır nayır olamaz. Mutlaka tecavüzcüsüne aşık olur. Velhasıl bizim sinemacılar bu terim bilim dünyasına kazandırılmadan öncede biliyorlarmış.Neyse konumuza dönersek; bu sendrom sadece rehin alma durumlarında gerçekleşmez. Şartların eşit olmadığı, baskı uygulayan bir kişinin bulunduğu, hayatta kalma içgüdüsünün ağır bastığı durumlarda da gerçekleşir. Size baskıda bulunan kişiye karşı bağımlı olduğunuzu hissedersiniz. Çünkü bir empati geliştirir ve kendinizi onun yerine koymaya başlarsınız. Artık suçlu o değil, sizsinizdir.Son olarak 2001 yılında kaçırılan gazeteci Yvonne Ridley 1959 doğumlu İngiliz vatandaşıdır. Afganistan’da Taliban tarafından rehin alınır. Serbest bırakılırsa Kuran-ı Kerim-i okuyacağına söz verir. Daha sonraysa İslam dinini seçer. Batı medyası tarafından Stockholm Sendromu kurbanı olduğu iddia edilmiştir.