-Ne kadar aptalsın ki bir kitap bile yazmadın düşüncelerini belgelemek için;şu baldıran zehrini içip öldükten sonra sen,yokolacaksın”-Ben kitap yazmadığım için aptal değilim;çünkü kitaplar yakılabilir.Ama beni dinleyen insanların tümünü yakamazsınız.Beni dinleyen insanlar,ben öldükten sonra benim düşüncelerimi taşıyacak ve benim söylediklerimi yorumlayacaklardır.Ve ben onların ekledikleri yorumlarla sonsuza dek yaşayacağım.Beni öldürerek ölümsüzleştirmek istiyorsunuz!!!Zehri içirmek için üçüncü horozun ötmesini bekleyen gardiyanın karşıt bir görüşü üzerine devam eder Sokrates:-Üç yüz küsür yıl sonra Nasıralı İsa’da da aynısı olmadı mı?”-Orada yazı var.-Tanrı yazı yazmaz,tanrı söyler ve biz onun söylediklerini düşünürüz.Gene demir parmaklıkların ardında olduğu ve aslında uyumayı yeğlediği bir sırada kendini ve içine girdiği süreci,verilmiş bir kararı, kaçınılmaz olarak sorgulamaya başlar Sokrates ve her zamanki gibi bunu karşısındaki kişiye yönelttiği sorulara aldığı cevapları kullanarak yapar.Nihayetinde kendi doğrularını karşısındakine farkındasızca benimsetmekten ve kendi kendine vurgulamaktan öteye de gitmez olay:-Neden kaçmıyorsun burdan gardiyan ?-Neden kaçayım,ben bir gardiyanım ve seni gözetlemem gerek.-Özgür değilsin sen yani.-Ben özgürüm,sen özgür değilsin.-Hayır esas ben özgürüm,sen özgür değilsin.-Hayır,parmaklıkların ardında olan sensin,ben değil.-Yoo,bana göre de sen parmaklıkların ardındasın,ben değil.-Hayır sen ardındasın,ben değil.-Sen.-Ben bir gardiyanım ve ancak sen kaçtığın zaman burdan kaçabilirim.-Yani ben burdan kaçmadığım sürece sen de kaçamazsın öyle mi?-Evet öyle.-Peki ben burdan kaçabilsem sana ne olur?-O parmaklıkların ardına koyarlar beni.-Ben burdan kaçmasam sana ne olacak peki?-Gene burda olacağım,senin kaçmaman için seni kollayacağım.-Sözüm ona suçluları, cezalandırmak için demir parmakların ardına koyuyorlarsa,gariyanları da cezalandırmak için dışarı salmaları gerek halbuki…Ayrıcalıklı bir iş de aslında gardiyan olmak evet,buraya sıradan adamları atmazlar çünkü,okur yazar adam gelir buraya,onlarla vakit geçirirsin ,sıkılmaz insan.Son horozdan sonra da ver baldıranı… Nasıl???-Alışkanlık oldu artık,alışkanlıklar düşündürtmez!(Replikler,tam tamına doğru değildir.)Keyifli bir oyun izledikten sonra eve dönüp ayakları uzatarak hoşa giden,etkisinde kalınan replikleri hatırlamak gibisi yoktur…Sahneden seyircilere yansıtılabilen sıcaklığın,eve dönüş sonrası sıcak bir fincan kahve ile pekiştirilmesi kadar keyifli bir şey de yoktur. Her yudumunda,rollerini ezberlemiş ağızlardan çıkan replikleri kendi dilinle vurgulayıp gözünün önüne o usta jestleri getirmek,kendini o tozlu sahnede hayal etmek sonra,bir ara ciddi ciddi düşünmek ben de yapabilir miyim diye,düşünürken dalıp gitmek,herkesin çıtını çıkarmadan izlediği o sahnede,o sadece sahnenin ortasına yansıtılan sarı ışığın altında kendini gözlerinin rengi ve manası tam olarak ortaya çıkmış biçimde hayal etmek gibisi hiç yoktur…Tüm çizgilerinle varsındır o sarı ışığın altında ve bugüne kadar birilerine sarfettiğin sözler,el kol hareketlerin,hepsi,bir tiyatro sahnesinde olmadığın tüm anların hepsi, içine girdiğin binlerce insan görünümü anlamlarını çoktan yitirmiştir,esas dünya o sarı ışığın altındadır.Bilirsin ki önünde gözünle değil de ruhunla gördüğün yüzlerce insan ağzından çıkacak bir cümleye bakmaktadırlar ve hatta bunu duymak için para bile vermişlerdir,senin söyleyeceğin lafı duymak için birileri para vermiştir.Bu değeri hayatın başka hiçbir yerinde böylesine hissedemezsin,eve gittiğinde,okulda,sokakta,otobüste birilerine birşeyler söylerken, insanlar bir an önce bitsin diye gözlerine bile bakmazken;gözlerini ve ruhunu,oralardan kopup gelecek kelimeleri büyüleyici kılan o sarı ışık hayatının tek anlamı olur artık.Ve sen de,sarfettiğin sözler,büründüğün kılıklar oranında birilerinin hayatı olursun,kimbilir kaç hayatı diriltirsin…Ve gerçekten olursun…Oynamazsın,ne kadar oyun dense de bunun adına,o ışıklar engel olur aslında söylediğin sözleri ve büründüğün kılıkları yapay kılmaya…Kimi oynuyorsan ve hangi zamanı;o zamanda resmen o kişi olursun..Bir sahnenin ortasında,yalnızca seni gösteren bir sarı ışığın altında,ruhunu yumuşakça okşayan duyarlı bir kalabalık arasında,ne bu kadar kendin ne de bu kadar bir başkası,bir başka hayata ait olmuşsundur… O duyarlı kalabalık da zaten,senin sayende çoktan sen olmuştur bile…Senin görevin de budur…Sen tüm benliğini katarak bir başkası olduğun durumda ,seni izleyen sen olabilir anca.Tiyatro böyle birşeydir.Oyuncular kendi hayatlarından çıktıkları oranda karşılarındaki kalabalıkları kendi hayatlarına alabilirler.Bir elleri yüzyıllar öncesine uzanabilirken,diğer elleri iki adım ötelerindedir,kendilerini çekip almalarını bekleyen o kalabalığa doğru usulca ilerlemektedir.Ve büyülü,eski,yıprandığı oranda yenilenmiş repliklerin şımarma vakti geldiği zaman alkış sesleriyle; herkesin alışık olduğu sıradan hayatlarına dönme vakti gelmiştir…O günün gecesinde evine dönen adam evine ekmek götürmemeyi unutmamalıdır gene,özgürlüğünün sınırlarını sarı ışıklar altında zorlamış bir genç kız da evde olacağı vakti ailesine haber vermek için,telefonuna sarılmalıdır işte…Ama gene de…Son durak hep sıradan hayatlar olsa bile…O sarı ışığın büyüsü başka neyle değiştirilebilir…Tiyatro izlemek güzeldir.(Replikler,İstanbul Devlet Tiyatrosunda gösterimde olan Sokrates‘in Son Gecesi adlı oyundan,aklımda kaldığı şekilleriyle alınmıştır ve oyun izlemek isteyenler için tavsiye edilir:) )