“kaynak gösterilmeden yapılan alıntılar, emeğe saygısızlıktır”“ Çölde Bir İstanbul Kızı” 1957
Sinemamıza hayat veren romanlar serisinden romancı Esat Mahmut Karakurt’un 1926 yılında yazdığı ikinci romanı “Çölde Bir İstanbul Kızı” Faruk Kenç tarafından 1957 yılında senaryolaştırılmış ve aynı zamanda yönetilmiştir. Filmi görüntüleme işini Enver Burçkin üstlenmiş, And Film adına Turgut Demirağ prodüktörlüğünü yapmıştır.Romanın arka yüzünde roman hakkında şu açıklamaya yer verildiği görülmektedir.“ İhtiyar arabın, karanlık kubbelerin altında akisler yapan sesi, perde perde yükseldi:-Ya şeyh, bu yabancı, güzel kız çöllerde yaşayamaz. Onu bana, bu ihtiyar fakire bağışlayın!Şeyh birdenbire hiddetle gözlerini kaldırarak, kendisine yalvaran araba baktı:- İhtiyar sen bilmez misin ki, dedi, çölde bulunan her şey, onu bulanın malıdır. Bu esmer kız, çölde keşfedilmiş paha biçilmez bir hazine değerinde! Kim bırakır onu, böyle bir hazineye sahip olduktan sonra bir daha elinden!…”Kaçak bir mahkumla, vali kızının Arabistan’da geçen aşk öyküsünün anlatıldığı filmde başlıca rolleri; Belgin Doruk, Turan Seyfioğlu, Bülent Oran, Atıf Kaptan, Kadir Savun, Nuri Genç, Ahmet Tarık Tekçe, Ali Seyhan ve Ali Ekdal oynamışlar.Filmi kaynaklardan elde edebildiğim kadarıyla tanıttıktan sonra, Senaryocu ve yönetmen Faruk Kenç hakkındaki bilgiyi de sinemaseverlere, Hülya Aslanbay’ın Eylül 1993 tarihinde Antrakt Sinema Dergisi’nde çıkan yazısından tanıyalım.Faruk KENÇ (31 Ocak 1910 İstanbul – 11.5.2000)
Faruk Kenç’in yaşam öyküsü 1910 yılında Bingazi’de başlar. Doğumundan 10 gün sonra, hastalandığı için annesi tarafından İstanbul’a getirilir. Babası ise sürgün… İlk öğrenimini Galatasaray’da, ortaöğrenimini Gazi Osman Paşa’da yaptıktan sonra İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirir. Bu arada üvey ablasının kocası Halil Kamil, Ha-Ka Film adında bir yapımcı şirket kurar. Kenç, büyük hayaller kurarak Halil Kamil’ e başvurur. İşe alınmasına alınır, ama kendisine verilen ilk görevle birlikte, biraz da hayal kırıklığına uğrar. Çünkü yapacağı tek şey resimleri parlatmak ve temizlemektir. Ha-Ka Film’in stüdyosu ise Şişli’de -şu an boş olan ve önceden Migros’un binasının bulunduğu yere- kurulur. Arazi içinde bulunan garajın duvarları yıkılır, sesli film çekilirken sorun çıkmasın diye duvarlar izole edilir. Kenç, bir süre sonra yazıhaneden stüdyoya geçer. “Filmciliği” ilk kez orada görür:”Halil Kamil, o yıllarda ecnebi filmlerini, bilhassa da Rus filmlerini alırdı. Onların içersine yerli sahneler koyardık. Dansöz ya da komiklerden kim varsa, mesela Dümbüllü’nün parçasını koyardık. Yani filmi sözde Türk~ leştirirdik. “Faruk Kenç’in film yapma tutkusu gün geçtikçe artar. Ama yapabileceği çok fazla şey de yoktur. Halil Kamil, filmlere dahi elini sürmesini istemez. Kenç için uzun bir bekleyiş başlar. “Baktım bu bekleyiş le bu iş yürümüyor. Avrupa’ya gidip bu işin tahsilini yapmak lazım dedim kendi kendirne. Bu defa da aile m mani oldu. Benim filmci olmam i katiyen istemediler . Ya avukat olacakmışım, ya doktor… Filmciliği serserilik olarak gördüler. O yıllarda talebelere 94 lira döviz veriyorlardı. Ben bu parayı 2-3 ay bulamadım. Ailem vermiyor, etrafa da .tembih etmişler vermeyin diye. Zannettiler ki vazgeçeceğim. Ne yaptım, ne ettim parayı buldum. Romanya vapuruyla Köstence’ ye, sonra trenle Budapeşte’ye uğradım ve oadan da Münih… Toplam olarak 25 liraya Münih’e gitmiş oldum. “Bu arada Münih’e gitmeden önce, Atatürk’le tanışma fırsatını bulur. “Kazım Orbay o zaman Genel Kurmay Başkanıydı. Bunu tuttu Türk hükümeti bir heyetle beraber Afganistan’a gönderdi. Tam Afganistan’a gittiler ihtilal oldu. Yönetim değişti. Kazım Orbay bir müddet bekledi, ondan sonra buraya gelen biriyle karısına bir mektup yolladı. Karısı teyzem oluyor. Mektubun içinden başka bir zarf çıktı. Sayın Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne diye. Saraya telefon ettik. ‘Böyle böyle bir mektup var Kazım Orbay’ dan ne yapalım’ diye. ‘Birisiyle yollayın’ dediler. a biri de ben oldum. Bana verdiler, tuttum götürdüm. Dolmabahçe Sarayı’nda mektubu benden alıp götürdüler; 15 – 20 .dakika sonra bize geldi. Benim babam zamanında Selanik Merkez Kumandanıy’mış askerken. O zaman Atatürk’le tanışıyorlar. ‘Kimin oğlusun’ falan derken ‘Nazım Bey’in oğluyum’ dedim. ‘Ne iş yapıyorsun, bitirdin mi okulu’? dedi. ‘Son sınıftayım bitirmek üzereyim.” dedim. ‘Bitirince ne yapacaksın?’ dedi. ‘Film tahsil edeceğim.’ dedim. ‘Çok enteresan. Yeni Türk ulusuna her branşta mütahasıs eleman lazım. Böyle bir teşebbüste bulunmana memnun oldum . Tahsilini bitirince ecnebi filmleriyle nasıl rekabet edebiliriz onu bana rapor olarak bildir.’ dedi.”Münih’e gittiğinde Bavyera Foto Mektebi’ne başvurur. Dersler başlamasına rağmen okula kabul edilir.”Mektepte ilk başta, hem film hem fotoğraf kısmı vardı. Sesli film çıkınca film kısmını kaldırdılar. Yalnız fotoğraf kaldı. Fakat bunun yanında film hakkında da ufak tefek dersler veriyorlardı. Bilhassa müdürümüz teknik dersler verirdi. Orada 3 sene okudum. Fotoğraf okulunu bitiren ilk Türküm. Benden başka yok. Bir de benle birlikte Valemino adında bir beyaz Rus vardı. O da bir profesörün yardımıyla orada okuyordu. Beraber bitirdik ama o içki yüzünden öldü. O ölünce, Fotoğraf Mektebi mezunu bir tek ben kaldım. “Okulu bitirdikten sonra, bir süre Münih’te iş arar. Hiçbir sonuç alamayınca Fransa’ya gider. Ama orada da değişen bir şeyolmaz. ışsizlik bir taraftan, ıstanbul’un, annesinin özlemi bir taraftan, çaresizlik içinde kıvranırken, aniden ıstanbul’a dönme kararı alır: “Bir akşam evde oturuyorum. Dışardan bir ıslık sesi geliyor. Pencereye çıktım. Arkadaşlardan biri… ‘Istanbul’ dan bir arkadaş geldi, ona gidiyorum, istersen sen de gel.” dedi. Sonra ikimiz birlikte oraya gittik. Gelen çocuk ‘Bakın size bir plak çalayım’ dedi. Tuttu bize Osman Pehlivan’ın ‘Yıldız gibi çaktı geçti’ diye bir şarkısı vardı, onu çaldı. O bana müthiş bir nostalji verdi. Hemen dışarı çıkıp, doğru postaneye gittim, anneme ‘Bana yol parası gönder dönüyorum’ diye telgraf çektim. Babam ölmüştü o yıllarda. O plak, benim Istanbul’a dönmeme sebep oldu. Bu arada ıtalya’da da bir stüdyoya başvurmuştum ve onlar da bana ‘gel’ demişlerdi. Buna rağmen geri döndüm.”Geri dönünce Yine Halil Kamil’in stüdyosunda çalışmaya başlar. Atatürk’ün istediği raporu hazırlamıştır. Ama Atatürk hastadır ve bir süre sonra da ölür. Faruk Kenç, kamerayı ilk kez Atatürk’ün cenaze töreninde eline alır. Dolmabahçe’den Ankara’ya kadar bütün töreni çeker. Kenç, ilk kez film çekmenin heyecanı ve sevinciyle birlikte, yıllardan beri özlemini çektiği bu durumun Atatürk’ün cenaze töreninde gerçekleşmesinden doğan üzüntüyü ayrı anda yaşar.Faruk Kenç’in Atatürk’e sunmak için hazırladığı raporda yer alan önerileri ise, hala güncelliğini koruyor. “Bu raporda, sesli filme devam edilmesi, stüdyo yapılması, (Doğru dürüst bir stüdyo yapılmaı lazımdı. Çünkü o dönemde stüdyo sadece Halil Kamil ve Ipek Film’ de vardı. Onların da karakterlerini bildiğim için devletin bir stüdyo yapması lazımdı.) ve bu stüdyoların film yapacaklara kiraya verilmesi, artist okulu açılması, artistlerin orada yetiştirilmesi, filmlerde çalışacak elemanların orada yetişmesi gibi düşüncelerim vardı. “Kenç, 3 yıl aradan sonra, eğitimi tamamlayıp Türkiye’ye geri döndüğünde, film çekmek için kendini hazır görür. Ama bu Halil Kamil için bir şey ifade etmez, Faruk Kenç’e, yine aynı güvensizlikle yaklaşmaya devam eder. Bu arada Raşit Rıza ile “Taş Parçası” için anlaşılır. Hazırlıklar başlar. Çekimleri başlayacağı gün, Raşit Rıza hiddetle Kenç’in odasına girer. “Içeri girer girmez askıdaki şapkasına doğru yöneldi. ‘Faruk, ben gidiyorum’ dedi. ‘Ne oldu hocam?’ dedim. ‘Bu Halil Kamil denilen herifle film çevrilmez’ dedi. Meğer para istemiş, o da Ilermemiş, bitir filmi de öyle vereyim demiş. Kalktı gitti. Fakat aşağıda da hazırlıklar yapılıyor. Filmde oynayacak olan Suavi Tedü, sonra birkaçtane tuluatçı aşağıda bekliyorlar film çekeceğiz diye. Hemen aşağı indim. ‘Haydi çocuklar, filme başlıyoruz’ dedim. Bunlar şaşırdılar. ‘Raşit Rıza gitti, filmi bana bıraktı’ dedim. Ve hemen çalışmaya başladık. Halil Kamil’in haberi yok.”Faruk Kenç bu fırsatı değerlendirmenin keyfiyle o günkü sahneleri çeker, filmin banyosu yapılır, tam filmi seyrederken Halil Kamil gelir. Stüdyoda çalışan birisinden olanları öğrenir. Çekilen filmi gizlice izler, sonuç hoşuna gider. Ve film bitinceye kadar onalıklarda görünmez. “Bir iki hafta sonra filmi aşağı yukarı bitirdik. Halil Kamil ondan sonra ortaya çıktı. ‘Getirin montajına bakayım, nasıl yapmışsınız’ dedi. Bir iki yeri değiştirdi. O gidince biz eski yerine koyduk herşeyi.””Taş Parçası’nın hemen ardından polisiye bir film olan “Yılmaz Ali” yi çeker. Senaryosunu Va la Nureddin’in yazdığı “Y ılmaz Ali”, Türk sinemasında o zamana kadar denenmemiş yeni bir türdür. Amerikan tipinde bir hafiye olan Yılmaz Ali, sevgilisi olan gazeteci kızla birlikte esrarengiz mekanlarda esrarengiz kişilerin peşine düşer. Filmde yeni olan sadece tür değildir. Türk sinernasında ilk kez şaryo kullanılır. “Bu {ilmde, ilk defa sete ray döşettirdim. Kamerayı da raya koyuyordum. Zoom vazifesi yapıyordu. Ray üzerinde gidip yakın plan çekiyordum. Bunu daha önce Almanya’ da, Fransa’ da film çekimlerinde görmüştüm. Ama bizde hiç yapılmamıştı. Tabii daha sonra çok kullanıldı. Avrupa’da bu iş için hususi, küçük kameralar vardı. Halil Kamil’ de ise bir tek büyük kamera vardı. 300′ lük Debry dedikleri. Mecburen onu bindiriyorduk rayın üzerine.Faruk Kenç, ilk üç filmini yaptıktan sonra askere gitmeyi kafasına koyar. Ama Halil Kamil’den, üç filmi için anlaştığı toplu parayı bir türlü alamaz. Dava açar ve kazanır. Askerden dönünce yeniden film yapmak ister. Ama sadece iki stüdyo vardır. Bunlardan biri Halil Kamil’in diğeri ise İpekçiler’in. İpekçiler’e başvurduğunda ise “Biz düşmanımıza silahımızı vermeyiz.” yanıtını alır. “Düşündüm ‘ne yapabilirim’ diye. Baktım dublaj yapıyor elalem, sonradan Türkçeleştiriyorlar. ‘Ben bu filmi çekerim, sonradan da dublajını yaparız’ dedim. Türk filmeiliğinde bu işi, ilk ben başlattım. Ki şimdi de aynı şey hala devam ediyor. ‘Dertli Pınar’ı yaptık. Epey tutuldu.”İlk dublajlı çekim böylece gerçekleştirilmiş olur. Ve bir süre sonra bu yöntem, Türk sinernasında bir “salgın” haline gelir. “Ondan sonra herkes başladı benim gibi yapmaya. O zamana kadar kimse yapmıyordu stüdyo yok diye. Ve bir süre sonra yılda 150-200 film yapılmaya başlandıbu sistemle.” Bu tekniği ilk uygulayan Kenç olmasına rağmen, yaptığından çok fazla memnun değildir. “Bunu ben icat ettim demeyeyim, ilk ben yaptım ama sonra ben de beğenmedim. Çünkü tabıi olmuyordu. “O yılların Türk sinemasında, Şehir Tiyatroları’ndan gelen oyuncuların egemenliği vardır. Muhsin Ertuğrul’un başlattığıgelenekçi yapı, 1940-1948 yılları arasında biraz daha esnek olsa da, Faruk Kenç için o dönemin oyuncuları hep sorun olur. “Şehir Tiyatrosu o dönemde ‘Biz olmadan iyi film olmaz’ diye iddia ediyorlardı . Ve katiyen aralarına başkalarını almıyorlardı. Onlar olmayınca da bütün filmi bitirmenin imkanı olmadığı için boyun eğdik. Ama filmlerde öyle acayip şekillerde oynuyorlardı ki, gayet yavaş konuşmaları gereken yerleri bağırta bağırta, uzata uzata söylüyorlardı. Mecburen eyvallah dedik. Yapabileceğimiz başka bir şey yoktu.”Şehir Tiyatrosu oyuncularıyla yaşadığı tek sorun bu değildir. “Umumiyetle tuluatçılardan, diğer tiyatrolardan artist alıyordum. Fakat öyle oluyordu ki, onlar da turneye çıkıyorlar, adam bulamıyordum. Filmde karakter artisti lazım, mecburen şehir tiyatrolarından alıyorum. Onlar da ne yapıyorlar; ‘gitme sakın, bırak yarım kalsınfilm, Muhsin Bey memnun olur, sana rol verir’ diyerek artistleri kandırıyorlardı. Mecbur olduk Muhsin Bey’ e mektup yazdık. ‘Bunlar gelmiyorlar’ diye.Muhsin Bey yollardı. Faruk Kenç’in şansızlığı, “Tiyatrocular” döneminden “Sinemacılar”dönemine geçişin yaşandığı yıllarda sinemaya girmesinden kaynaklanır. Bu sancılı dönemde, elinden geldiğince dışardan oyuncu almaya çalışır. Hatta, Artist Mecmuası’yla birlikte bir yarışma düzenlerler. Bu yarışmalardan Belgin 00ruk, Ayhan Işık, Mahir Özerdem gibi tiyatronun dışından olan isimler ortaya çıkar. Bu arada Kadir Savun, Oya Sensev ve Vedat Karaokçu’ya da filmlerde ilk o yer verir. “O yıllarda, boyuna bosuna figürüne bakılarak oyuncu bulunurdu. Bütün artistleri o şekilde topladık. Durmadan soruşturuyorduk. Bazen haber gelirdi, işte bilmem kimin güzel kızı varmış diye. Giderdik. Bu defa da bize namussuz gözüyle bakıyorlardı.”Sinemaya girdiği ilk dönemlerde Faruk Kenç’in tek sorunu oyuncu değildir. Filmlerini gösterime sokacak salon bulmakta da oldukça zorlanır. “Birçokları daha film başladığı zaman gün alıyordu sinemalardan. Bizim tabii okadar imkanımız olmadığı için film bitmeden herhangi bir angajmana giremiyorduk. Film bittiği zaman da gidiyorsun (O dönemde Türk filmi en ziyade Taksim Sineması’nda oynardı.) doluyuz ,diyorlar. ‘Aman abi, yapma etme’ yalvarıyoruz. ‘Şu şöyle olursa bu böyle olur, işte o zaman belki olur.’ Bin nazla filmimizi alıyorlar. Bazen film iş yapmasına rağmen, 1 haftada film çıkıyordu. Halbuki o kadar para, emek sarfetmişiz. 3-4 hafta oynayabilecek filmleri 1 haftada çıkarıyorIardı. Çok ender, eğer iş . yaparsa kalırdı. Mesela ‘Çakırcalı Mehmet Efe’yi yaptım. O çok iyi iş yaptı. ‘Dertli Pınar’ öyle… Onlar birkaç hafta oynadılar. “Demokrat Parti zamanında ham filmin az ve geç gelmesi de Faruk Kenç’i ve o dönemin sinemacılarını yıpratan nedenlerden biridir. “Filmleri bekliyoruz, ha bugün gelir, ha yarın gelir… Bankada biraz param vardı, filmleri beklerken parada suyunu çekti, filmler de gelmedi. Mecbur kaldım yanımda çalışanları dağıtmaya. Bundan birkaç sene sonra film gelmeye başladı. Film geldi, bu sefer de Basın Yayın dağıtıyordu filmleri. Oradan bir filmlik, iki filmlik film almak büyük meseleydi . Velhasıl çok çektik. “1967 yılında Şan Film’in sahibi Baki Üsküdarlı için yaptığı “Çöı Kanunu”, Faruk Kenç’in son filmidir. Ama bir süre daha sinema dünyasından uzaklaşamaz. “Sanayide Eğitim”, “Niçin Eğitim?” gibi birkaç tane eğitim filmi yapar. Fakat onları da satıncaya kadar akla karayı seçer. Bu ise, onun için son noktadır.”kaynak gösterilmeden yapılan alıntılar, emeğe saygısızlıktır”