Beynim yerinden sökülüp, izolebantla tekrar yapıştırılmış gibi şimdi. Vücudumun heryeri özenle dövülmüş, yer yer yumruklar hala vuruldukları yerde duruyor, hissediyorum. Bazen şanslı olmakla, şanssız olmanın arasında çok ince bir çizgi vardır; işte o çizginin tam üzerinden yazıyorum bunları…

Yorgun ve uykusuz geçirdiğim bir kaç günün üzerine gelen Cumartesi akşamı, yani dün; teklif edilen tüm dışarı çıkma önerilerini reddedip geceyi kendime, yatağıma, televizyona, kitaplara adamaya kesinlikle kararlıydım. Güzel bir filmi keyifle seyrederken, ortasında bir yerde vazgeçilmez bir uykuyla yüzyüze gelip sızacak ve sabah “yine seyredemedim sonunu, bir film daha ekledim yarım seyrettiğim sinema külliyatına!” diyecektim. Yine, yorgun ve uykusuzken yatakta kitap okumanın daha mantıklı olduğunu çünkü kitabın geri kalanının ben uyurken akıp gitmediğini düşünecektim, bol gazete katıklı pazar mutluluğu kahvaltımda…

Eve girdiğimde saat henüz 20:00 gibiydi. Dışarıdan getirdiğim tüm külfetleri üzerimden atmak için hemen bir duş aldım. Bir kaç çeşit çok sevdiğim mezelerden yaptım kendime, yatağın yanında ki sehpaya itinayla yerleşitirdim. Tabii ki bu keyfi bir duble rakıyla perçinleyip, yarı uzanmış, kaldığım sayfasını açtım kitabımın. Saat 23:00 gibi ve ben günlerin yorgunluğunu az sonra uykunun eline teslim edecekken çaldı telefon. Çok heyecanlı bir ses çok güzel bir şey anlatmaya başladı, nasılsın bile demeden. Bir kaç haftadır üzerinde çalıştığımız ve ürettiğimiz her yeni fikri hiç acımadan, “bizden daha iyi fikirler çıkmalı” diyerek çöpe attığımız bir iş ayrıntısında takılıp kalmıştık ve arayan arkadaşım çok güzel bir fikir bulmuştu, sonunda. İnanılmaz heyecanlıydı, bırakın Pazartesiyi yarını bile bekleyemezdi, biliyorum. Gelip hemen benimle paylaşmak, bana yaptıklarını göstermek istediğini söyledi. Açıkçası ben de fena meraklandım ve üç saatlik bir kendimle kalma hakkını yeterince iyi değerlendirdiğimi düşündüm, yirmi dakika sonra bendeydi arkadaşım. Ne olurdu ki iki saat sonra yine teslim olurdum uykuya…

Evet hiç de fena bir fikir bulmamıştı. Üzerinde konuştuk, tartıştık saatlerce. Gözlerimden uyku, geceden zaman akıp gitti. Bu arada kardeşim de arkadaşlarıyla bitirdiği bar gecesinden çıkıp beni aradı ve o saatte eve dönmek yerine bize katılması daha uygun görüldü. Saati yine “uyusan ne olur, uyamasan ne olur” a vardırdık. Acıktık. Daha tartışmaya, nasıl yapsak nasıl olurlara doymamıştık zaten. Ben Eve 200 metre uzaklıkta ki köfteciden köfte alıp gelecektim, o da işin üzerinde ki son rötuşları tamamlayacaktı… Uykusuz kalmıştım ama değmişti, sanki.

Zaten köfteci tadilat gerekçesiyle kapalı olmasa ben şimdi bunları yazıyor olmayacaktım. “Tadilat dolayısıyla kapalıyız”. Aferim size! Çıkmıştım artık dışarı, ve yemek bulunmalıydı. Şişli’de Abide-i Hürriyet’te, hoş gece yemekleri yapan bir yer var biliyorum ve semt-i Şişli de 5 dakikalık bir araba sürüşü bulunduğum mahale. Atladım arabaya. Özellikle haftasonu geceleri içki içeceğimi bildiğim için, dışarı çıkarken çok elzem bir durum yoksa arabayı almam. Bilirim, ben ne kadar dikkat etsem de üzerime her an birileri çıkabilir. Saatler önce iki duble içmişim, benden bir mahsur yok ama yine de çok dikkatliyim, bardan sarhoş çıkıp eve yetişme saatleri.

İlk ışıklarda üzerime çıktılar! Kırmızı yanıyordu durdum. Bekledim. Yeşil yandı ağır ağır hareket edip sola dönüşümü yaptım… Sadece bir an beyaz ve çok süratli bir nesnenin üzerime geldiğini gördüm. Sonrası büyük bir gürültüyle çarpışma… Sanırım bir süre bilincim kayboldu. İlk farkettiğim direksiyonun üzerinden kafamı kaldırırken başımdan yüzüme ordan da bacaklarıma akmış, akan kandı. Ne tür bir bilinçaltı bana panik olmamamı emrettiyse çevreme bakındım, arabanın önünün nerdeyse olmadığını gördüm, refleksle arabadan çıkma ihtiyacı hissettim, kapı sıkışmıştı çıkamıyordum. Kafamı kaldırdım, bana bakan insanlar vardı ve kimse yanıma gelmiyordu. Zorlayarak açtım kapıyı, kendimi dışarı attım. Ellerimle gözlerimi kapatan kanları silerek bana çarpan arabaya baktım, yolun sağına savrulmuş duruyordu, o anda içinden kısa boylu bir adam indi, korkudan dehşete düşmüş gözlerle bana doğru koştu ve sarılıp özürler dilemeye başladı. “Ben” dedi bozuk bir Türkçeyle “Kırmızı olmasın diye, sarı yanarken geçtim”… Benim arkamdan kavşağı dönen taksi şöförü bir an adamın üzerine yürüdü kırmızı da geçti diye, etraftakiler ayırdı. Herkes yüzüme bakıp, ambülans çağırmak lazım diye birbirine yorum yapıyordu. Ben yüzümde ne olduğunu anlamıyordum…

Arabanın içinde telefonumu buldum. Kardeşimi aradım ve gelmesi gerektiğini söyledim. Trafik ekipleri geldi. Bazı polisler bilincimin açık olup olmadığını kontrol ettiler… Kardeşim ve iş arkadaşım geldiler ve kardeşim beni görür görmez sağa sola saldırmaya başladı, polislerin üzerine yürüdü, bana çarpan adamın yakasına yapıştı. Onları ayırdım! Olduğum yere çöktüm, çevremde bir sürü insan vardı. Tam o sırada arka cebimde olan cep telefonumu birileri çekti, hissettim. Kardeşim biryerleri aramak için aldı sandım önce ama 1-2 dakika sonra anladım ki, bu yaralıya yardım için etrafına toplananlardan biriydi telefonu alıp giden…

Ambülans geldi. Hastaneye kaldırıldım. Dikişler, çeşit çeşit iğneler, tomografiler, tahliller… Alnıma dikiş atılması için vurulan uyuşturucu iğneden sonra, yapılacak tetanoz aşısının kolumdan değil de, hazır uyuşmuşken alnımdan yapılması konusundaki fikrime doktorun ve hemşirelerin dakikalarca güldüğünü de hiç unutmayacağım, kesinlikle ömrümlük bir anı olarak saklayacağım…

Israrla müşahade altında tutulmayı reddettim. İçimden geçen tek şey, istediğim tek şey, ne halde olursam olayım evime gidip kendi yatağımda uyuyup kalmaktı. Doktorları dirayetli görünerek, garip espiriler yaparak ikna ettim kendimde olduğuma. “Yaralı müşahade altında kalmayı reddetmiştir” diye bir rapor hazırlayıp imzalattılar bana, kurtuldum müşahadeden….

Eve dönerken kardeşime çalınan cep telefonumu arasana dedim. Aradı, uzun uzun çaldı telefon. Cevap veren olmadı elbette. Telefonun kapalı olmadığını görünce tekrar tekrar aradık ve sonunda açıldı telefon. Açan bir polisti ve şüpheli görüp durdurdukları şahısların üzerinde devamlı çalan telefonu, şüphelenip açmıştı. Kardeşim telefonda durumu polise anlatınca karakolda 10 dakika sonra buluşmak üzre anlaştık.

Karakola girdiğimde bana kazadan sonra ilk yardıma gelen adamı gördüm. Telefon onun üzerinden çıkmıştı… Üç kişiydiler ve suçlarını kabul etmişlerdi. Bana geçmiş olsun diyen polis memurları adamları tokatlamaya başladı. Yaptıkları şeyin inasani tarafını sorgulayarak vuruyorlardı üçüne birden, nereleri rast gelirse. “Adam yaralanmış sen onu soyuyorsun….”

Bilmiyorum! Eğer müdahale etmesem yine ömrüm boyunca, alnımda olası kalacak izleri her gördüğümde o insanların dövülmesini seyreden adam olarak aynaya bakacaktım belki. “Lütfen” dedim “Görevinizi yapın, kanun önünde hesaplarını verirler”. Bozuldular bana. Onlar sokakta hergün bu tür adamlarla karşılaşıyorlardı ve mahkemenin onları “tutuksuz yargılanmaları” kararıyla serbest bırakmasına çok içerliyorlardı. Bu adamların yaptığı, polis memurlarımıza göre hepsinden adi bir suçtu çünkü bir yaralının, o anki zaafiyetini kullanmışlardı.

O an ki ruh halim deyin, karakol soğukluğu deyin, yaşadığım travmanın etkisi deyin, insanların dövülmesine tepkim deyin, ne derseniz deyin. Karakolda birden bağırdım “ben bu arkadaşlardan şikayetçi değilim” diye… Birden tüm karakol sustu. Yavaş yavaş yürüyüp geldi yanıma, sonradan o geceki amir olduğunu öğrendiğim memur bey. Koluma girdi, beni kapıya doğru götürdü. “Geçmiş olsun, siz kültürlü bir insana benziyorsunuz” dedi. “Eğer bir yargıç olsanız ve bu başkasının başına gelseydi, serbest mi bırakırdınız bunları? Bir insanın yarasından yararlanıp onu soyan bu adamları, sokaklara tekrar cezasız göndermenin daha doğru bir vicdan olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

Sabah olmak üzreydi artık. Beni tüm yaşadıklarımın üzerine şikayetçi olmak ya da olmamak gibi kararla bıraktı dün gece hayat. Şikayetçi olmasam hakim kesin bırakırmış. Şikayetçi olsam “gasp” ya da “yankesicilik” diye suçlanabilip, üç yıl kadar yatabileceklermiş…

Şimdi bu niye günlük değil de blog oldu?

Link de vermek isterdim ama bu sıcaklıkta arabanın halini, kendi halimi çekip yayınlamak, bu yazıyı yazmaktan daha zor.

Bana zaten geçmiş olsun, yaşadığımı yaşadım. Yaralarımı sarıp bir kaç hafta içinde normale dönerim biliyorum.. O zaman; hadi birlikte karar verelim! Beni mahkemeye çağırdıklarında; Biz, bu yaşları ortalama 25-26 olan adamları serbest mi bırakalım, aldıkları dersi almışlardır diye şikayetçi olmayalım mı? Hafif.org vicdanına sunuyorum durumu..

Bazen şanslı olmakla, şanssız olmanın arasında çok ince bir çizgi vardır; işte o çizginin tam üzerinden yazıyorum bunları… Umarım arabanın resmini çekip koyabilirim buraya bir kaç gün sonra, anlarsınız ne demek istediğimi…