Günboyu binmeye tereddüt ettikten sonra buradaydı işte. Kursak derdi ağır basıp, içine işlemiş deniz korkusunu yenmiş, feribotun Harem’den kalkan son seferlerinden birisine binmeye cesaret etmişti.Trenlerin tempolu süratine alışmış yorgun ayakları, daha attığı ilk adımda devasa ataletiyle bu yekun metal gövdeyi yadırgayıverdi. Soğuk rüzgar denizin yüzünü buruşturup, küpeşteden birkaç aracın olduğu geminin kıç tarafında doğru esti. Hissettiği ürpertiye aldırmadan, hızlı adımlarla feribotun sol kenarından ilerleyip, dar ve paslı merdivenleri takip ederek yukarıya çıktı ve yolcuların olduğu bölüme doğru yürüdü. İçeridekiler, sadece oradaki kalorifer petekleri çalıştığı için yolcu salonunun sağ tarafında toplanmışlardı. Göz göze gelmemek için farklı yönlere dönmüş çay içen iki kişi, ayakta dikilen bir delikanlı, bir anneyle çocuğu, koltuğa gömülmüş yorgun bir kadın, hepsi topu iki elin parmakları adedinceydi tüm yolcular. Çocuğunu uyutan anne, gözlerini karşı koltukta yatan oğlundan kaldırıp, ona elindeki iğne setlerinin fiyatını sordu. Bir diğeri bir örnek aldı. İnceleyip geri verdi .Hemen hemen otuz yıldır Gebze-Haydarpaşa banliyö trenlerinde iş tutan bir seyyar satıcıydı. Sattığı ufak tefek edevatı gösterdiği sayısı belirsiz adette simayla anlık karşılaşmaları sayılmazsa, kimseleri tanımazdı. Trenle birlikte istasyonlara doğru akarken, hiç fırsatı olmadı bir siyasal görüşün dikensi, ruha batan varlığını zihninde büyütmeye. Bir dinin kulu olmayı istemedi hiç ruhunu arıtmak yahut bir ömür azap korkusu ile yaşamak için. Tıpkı, ne Ege’ye, ne Karadeniz’e, ne de büsbütün Marmara’ya ait, tarih boyu bir kavimden bir başka kavimin koynuna kayan, hiçbir zamanın olmayan seyreyledikleri şu Boğaz gibi; yersiz yurtsuz, kimliksiz biri olarak yaşadı tüm ömrünce. Herkese göre hiç kimseydi…Mevsimine göre ne giderse onu satardı. Kışın patates soyacağı, toplu iğne takımları, yazın ise su tabancaları, yelpazeler. İnsanların yürürken yanlarında taşımaktan yerindikleri, oturduklarında ceplerinden her an düşecekmişçesine tedirgin oldukları, herdem kurtulmak istenilen irili ufaklı bozuk paraları ederinceydi tüm malları. Şimdiye dek, evinin bulunduğu mahalle hariç, ne İstanbul’u gezmişliği, ne de denizi geçmişliği vardı. Denizi geçmek. Deniz…Yitik çocukluk anılarındaki korkulara açılan kapı kilidinin, kırık dökük, yosun kokan anahtarı.Makinistin birisi bir keresinde, onca senenin sarsıntısı ve tren yolculuğu sonrasında “Böbreklerinde taş maş olmaz senin, hepsini Gebze’den Harem’e gelmeden düşürürsün” demişti gülerek. Evet, hiç böbrek rahatsızlığı olmamıştı ama, on iki sene önce gelen ilk nöbetle sara hastası olduğunu öğrendi. İlkinden sonra ikincisi, sonra üçüncüsü. Bugüne erişene dek, sayısını unuttuğu kereler nöbet geçirdi. Bir korna, bir sren sesi, beklenmedik bir bağırış, herhangi kuvvetli bir yüksek seste vücudu yaprak gibi titreyip, hudutlarında kabuslar olan sanrılara, sınırları deniz olan, kendini ufacık adalarda gördüğü korku dolu rüyalara akıyordu bilinci.Son tren seferinde, duracağı yeri şaşıran bir makinistin, istasyonu geçmelerine ramak kala frenleri sert bir şekilde çalıştırması yüzünden duyulan yüksek ve tiz sesten dolayı yine nöbet geçirmeye başladı. Aniden yavaşladıklarından, vagonun önüne doğru savruldu. Kaslarına hükmedemediği için, önündeki sert plastik koltuktan sakınamayıp, kafasını hızlıca koltuk kenarına çarptı. Açılan kaşı, üzerini birkaç saniyede kana buladı. Sonrasında, acılar beşiği nöbet, en ufak kasının dahi tel tel cımbızla çekildiğini hissettiren beynine ulaşan sonsuz sayıda acı sinyali. Daldığı derin ve sancılı rüya, tuzlu maviliğin korkutan kokusu, iliklerine işleyen iyotlu ürperti. Böylesi durumlarda, genellikle durulan ilk istasyonda, birkaç hayırsever insan tarafından özenli bir telaşla istasyon memurlarının odasına taşınır, ecza dolaplarında varsa amonyak, yoksa kolonya, onlar da yoksa soğan, sarımsak benzeri keskin kokulu birşeyler apar topar tedarik edilir ve bunlarla onu ayıltmaya çalışırlardı.İşte bu son seferinde men ettiler istasyon görevlileri trenlerde satış yapmaktan onu. Başlarda ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlığı önce gözlerine taştı, sonra çevresindekilerinin yüreklerine. Üzüldü, isyan etti. Ağlamaya başladı, feryat figan bağırmaya;-Ne yer ne içerim bundan sonra? Nerede satarım mallarımı?Vapurları önerdiler ona. Hem başlarından savmak istediler, hem acıdılar (yüreklerinin ışık gören bir yeriyle). Yeniden trenin süratli seyrinden yaralansın istemediler ihtimal. İnsan çehrelerine şimdiye dek hiç dikkat etmediğini fark edip şaşırdı. Her birisinde yorgunluk, keder ve hüznün okunduğu, gölgelerle oynaşan çeşit çeşit suratlar. Meraklı gözlerle insanlara, yeni cinnetinin bihaber figüranlarına bakıyordu bir resme bakıyormuşçasına. Durağan tepkileri ile toprak altında yıllanan kil heykelleri andırıyorlardı. Bu yavaşlık ve baskın deniz kokusu, geminin bir sarkaçın ağır çekimde salınışı misal denizle yaptığı bu asude tango, içinde yükselen bambaşka duyguların gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Daha önce hiç hissetmediği.Yeni bir nöbetin geldiğini sezdi.Basık tavanı tutan sütunlardan birisine yaslandı, nicedir bildiği nefes egzersizlerini yapmaya başladı. Buna dayanabilirdi, karşı kıyıya bir çuval gibi palas pandıras taşınarak gözünü görevlilerin yazıhanesinde açmak istemiyordu. Sevmediği bu yerden bir an evvel kurtulmak, satış yapmış yapmamış umrunda olmadan sadece bir an evvel karşıya geçmek istiyordu.Feribot camına yapışıp dışarıyı izleyen küçük bir kızı farketmesi ile nefes egzersizleri istemsiz bölünüverdi. Gözü kızdan başka kimseyi görmüyordu artık. Kız, olanlardan bihaber, dünyadan bihaber, Sarayburnu’nda oraya buraya serpiştirilmiş olan sokak lambalarından gelen titrek ışıklara bakıyordu büyük bir huzurla….İmrendi, tüm hayatında hiç olmadığı kadar. Hayatında her türlü insanı görmüştü, ancak hiçbirisine bu çocuktaki misal özenmemişti. Ona doğru, boğulan biriymiş gibi soluk almaya çalışıp hırlayarak bir adım atmaya çalıştı. Sonra bir adım daha. Şekiller bulandı….İnsan çehreleri kötücül birer imgeye dönüştüler zihninde. Sanki zaman durmuş, oldukları yerde çürüyorlardı insanlar hareket dahi edemeden. Bir tek andan zevk alır görünen o kız çocuğu, bir tek onun silüeti direniyordu zamana. Üçüncü adımını atamadan ağzı köpürerek yere devrildi. Nöbet hiç olmadığı kadar canını acıtarak, tüm hücrelerine sancıyı getirdi. Gözleri kapanıp, tüm bedeni titrerken son bir gayretle başını o çocuktan yana döndürmeye çalıştı. Bulanıklaşan görüntüler içerisinde sadece kirli camlarını gördü feribotun. Gözleri kurşun misal ağırlaştı, karanlığa düştü. Yolculardan gelen feryatlar belirsizleşirken, düşünde o yeşil çayırlarda koşturuyordu ilk defa mütebessim. Bedeni gevşedi. Kısa bir sure sonra cılız hüzmeler de karanlıkta eridi.Çöpün kenarında uyuklayan kedi, gürültüye uyanıp olanı biteni izledikten sonra, tereddüt eder adımlarla hareketsiz adama yaklaşıp köpüklü salyasını yaladı.