ilkokul bahçesindeydim.amaçsızca koşturuyordum. tek başıma. birden ayağım bir çukura kaydı. uyanıverdim hoplayarak. ulan bu ne biçim bir korkuydu be. gerçek hayatta buna eşdeğer bir korku bilmiyordum ben. annemin annesi, yatağa ekmek kırıntısı düşürürsem olacağını söylerdi bunun. takıntı olmuştu bende. yatağa uzanıp bir şeyler yerken hep huzursuz oluyordum bu sebeple. durmadan döküyor muyum acaba diye etrafa bakınıyordum. elimi sürüyordum çarşafın üstünde kırıntıya denk gelecek mi bakalım diye. inandığımdan değil ama ne yapayım, ters dönmüş terlik görmeye de tahammülüm yok benim.saat akşam altı olmuş. bir şeyler yesem diye düşündüm. aslında canım hiçbir şey istemiyordu. bu da aynı takıntıdır bende. kalkar kalkmaz canım hiçbir şey istemese bile kendimi yemeye zorlarım. çünkü yemezsem vitaminsiz kalıcam, çok sağlıksız olucam diye tedirgin olurum. yemeden geçen her saniye içimden parçalar kopar kendime zarar veriyorum diye. bu da büyük ihtimalle annemin küçüklüğümden beri beynimi bu şekilde yıkaması sebebiyle gerçekleşiyor. daha az takıntısız bir sonraki nesli yetiştirme adına, ebeveynlere bazı hayat gerçekleri hakkında bilgilendirici paneller düzenlenmesini rica ediyorum ara sıra.öyle evin içinde dolandım bir müddet. oturdum sonra koltuğa. yapacak bir şey mi yoktu bana mı öyle geliyordu. bu gibi durumlarda televizyon açılırdı normalde. önce biraz direndim. televizyonu açmadan da birkaç dakika oturabilir miydim ben acaba salonda? halının desenlerini inceledim bir müddet. derken ayağa kalkmışım. ayağa kalkınca farkettim ayağa kalktığımı. beynimin öyle bir emir verdiğini hatırlamıyordum. mutfağa girdim, biraz sağa sola bakındım, tekrar salona dönüp eski yerime oturdum. aynı bir köpek gibi. onlar da bazen yatarken birden kalkıyor ve nedensiz nedensiz bakınıp tekrar yatıyorlar. ben bunu düşünürken telefon sesi yırttı sessizliği. sessizliğin bir ses tarafından yırtılması deyiminin daha önce bir şeye bu kadar uymasına şahit olmamıştım. hakikaten yırtılmıştı yani sessizlik. hiç beklemiyordum telefonun çalmasını. irkilmiştim. tamam ya, korkmuştum hatta, bunda utanılacak bir şey yok bence.arayan arkadaşımdı. evde toplanıyorlarmış. ‘sen de gel’ dedi. ‘gelirim’ dedim. ‘tamam’ ya da benzeri bir şey dedi. ‘tamam’ ya da benzeri bir şey dedim. kapattı. kapadım. hazırlanıp çıktım yola. evi bilmiyordum. bu yüzden yolda birkaç defa telefonlaştık. ‘şuna bin, buna bin’ gibi komutlara, şuna binip inerek ve arkasından buna binip inerek uyum gösterdim. beni karşılayacakları yere geldiğimde, yoktular. beş dakika sonra geldiler. biraz sohbet ettik caminin önünde. şakalaştık. yolda başkaları yaptığı zaman çok sinirlendiğim hareketlerde falan bulunduk.toplam beş kişiydik. bu beş kişiden bir kişi bendim. sonra ‘nereye gidelim’ dediler. ben evde toplanacağımızı sanmıştım. o sırada telefonu çaldı bir tanesinin. babasına yurtta kalacağını söylemiş. ama yurttan atılmış. yurt bu durumu o bir tanesinin babasına haber edince, babası da onu eve çağırmış. bu bir tanesi koşa koşa eve gitti. geriye dört tanesi kaldık. bir tanesi yine bendim. sonra iki tanesi, bir tanesi gittiği için ‘başka zaman takılalım’ diye öneride bulundu. biz geriye kalan iki tanesi bunu kabul etmedik. üstelediler. üsteledik. ama onlar kazandı. ve bu kazanan iki tanesinden bir tanesi, koşa koşa eve giden o bir tanesine nazaran daha yavaş adımlarla gitti evine. geriye üç tanesi kaldık. saydım, gerçekten üç tanesi kalmıştı ve bir tanesi yine yine yine bendim. ama üç tanemiz de, aramızdaki bir tanesinin daha evine gideceğini biliyordu. bu gidecek olan bir tanesinin evi beşiktaş’taydı. eve gitmeyecek olan iki tanesinden ben olmayan bir tanesi, ‘taksim’e gidelim’ dedi. benim için hava hoştu. üşümüyordum. ve böylece üç tanesi olarak, bir tanesi beşiktaş’a, diğer iki tanesi taksim’e olmak üzere yola çıktık. otobüse binmeden önce, sonradan ciddi bir ticaret zekasına sahip olduğunu öğreneceğimiz bir büfeciden bir buçuk litrelik su aldık. beşyüz binlira verdim. su dörtyüz binlira’ydı. bardak isteyip istemediğimizi sordu. üç tane bardak istedik. ‘iki tane de sakız alın tam olsun’ dedi. içimden gülümsedim. diğerleri dışından gülümsedi. ben de bunun üzerine gülümsememi dışıma yansıttım.taksim’de inince, beşiktaş’a gidecek olan bir tanesiyle vedalaşıp, iki tanesi olarak istiklal’e doğru yürümeye koyulduk. çok önemli bir maddi problem sözkonusuydu. hatta baya bir sözkonusuydu. o kadar sözkonusuydu ki, yemek yedikten sonra üzerine bir iki bir şey içemeyecektik bile. en azından şüpheliydi bu. köfte ekmek dokuz yüz binlira olan bir yer görünce direk içeri daldık. köfte ekmek yedik. sonra dışarı çıktık. japonlar’ı gördük. arkadaşım ‘bayılıyorum şunların saçlarına’ dedi. ben de o esnada, kıvırcık saçlı japon olup olmadığını düşünüyordum. sonra arkadaşıma dönüp, ‘sen hiç düz saçlı zenci gördün mü?’ diye sordum. ‘davids’ dedi. ‘onunki kıvırcık, örüyor o.’ dedim. ‘hayır’ dedi. ‘evet’ dedim. iddiaya girmekten son anda vazgeçip ara sokaklara girdik. önce bu ara sokağa, sonra şu ara sokağa ve ardından o arasokağa girerek diğer ara sokaklardan tekrar istiklal’e çıkmak koşuluyla iki saat kadar dolandık durduk. bir keresinde kaybolduk. yokuş çıkıyorduk. sokağın başında bir aile kaldırıma oturmuş çekirdek çıtlıyordu. biz yürüdükçe bize bakışları keskinleşti. biraz tedirgin olduk. neden bize bakıyorlardı acaba? tam onların bulunduğu sağ dönemeçe -sol dönemeç yoktu- geldiğimiz anda sokağın çıkmaz sokak olduğunu farketmemizle birlikte bir saniyeyi aşmayan sürede ikimizin aynı anda ters köşelere istifler kesinlikle bozulmadan iki ovalsi u dönüşü yapmamız bir oldu. çok geçmeden ben gülme krizi geçirdim. çok geçmeden geçirdiğim gülme krizi geçti sonra.evet. artık bira içme vakti gelmişti. aslında birayı sevmezdim ama formalite icabı içmek gerekiyordu galiba. şimdi en ucuz bira nerede, onu bulmalıydı. bir yer gördük. camekanda ‘bira bir milyon’ yazıyordu. bu çok iyiydi. içeri girdik. sonra adam geldi ‘yaşınız tutuyor mu?’ diye sordu. arkadaşım kimliğini çıkarmak üzere elini arka cebine atınca, bu soruyu soran adam koşaradım uzaklaştı. biz bıçak çekiyor olduğumuzu zannettiğini zannettik. korkup kaçtık dışarıya. biraz daha yürüdükten sonra, biranın bir milyon ikiyüzelli binlira olduğu bir yer bulduk. oturup sigaralarımızı yaktık. iki bira istedik. geldi. içtik. hesabı ödemesi için arkadaşıma iki buçuk milyon verdim. o da kalkıp kasaya gitti. kalabalık arasında gözden kaybolunca cebimdeki şıngırtıları işittim. işitir işitmez, arkadaşa veriğim iki buçuk milyonun aslında iki buçuk milyon olmadığını algıladım. çünkü toplam paramız zaten iki buçuk milyondu ve bu ancak bozukluklarla birlikte öyleydi. yerimden fırlayıp kasaya yöneldim. baktım bu rahat rahat bana doğru geliyor. elinde de bir milyon lira vardı. ‘ödedin mi?’ diye sordum. ‘ödedim’ diye cevap verdi. işte bu cevabı verdiği andan tutun da, ta paragrafın sonuna kadar gerçekleşenler, normal şartlar altında gerçekleşmesi gereken sürenin çok daha altında olup bitti. derhal koluna girip kasıldım. o ne yaptığımı anlamıyordu ama bana ayak uydurdu. muhtelemelen çok tuhaf dış görünüşlerimize aldırmadan, etrafımızdaki kalabalığın statikleştiği bir karede, tahminimce kasılmaktan ötürü popolarımızı kıvırta kıvırta, belki biraz da koşaradım ama kesinlikle dikkat çekmek istemezcesine, dar ve uzun geometrik yapıya sahip barı baştan sona yürüdük, sokağı döndük ve artık daha hızlı adımlarla mümkün olduğunca uzaklaşmaya and içtik. sonra ona olayı anlattım. artan paramızla birkaç dal sigara aldık falan.saat oniki’yi geçmişti. eve gidelim diye düşündüp meydana döndük. ama gördüğümüz manzara karşısında sıtkımız sıyrıldı. hiç otobüs kalmamıştı! biz akbillerimize güveniyorduk. hemen o beşiktaş’ta oturan bir tanesini aradık. ‘imdat’ dedik. yarım saat sonra gelmişti. anca onbeş milyon koparabilmiş evden. bunun altı milyonunu da gelirken taksiye vermiş. dokuz milyonu kalmıştı. bize vermek istedi. kabul etmedik. ayıp olmuştu zaten bu saatte. ‘üç milyon yeter’ dedik. ‘sen yine taksiyle dön evine’. önce ısrar etti. sonra biraz da işine geldi herhalde, kabul etti. bir ara bizi evine davet etti. bunu da kabul etmedik. ayıp olmuştu zaten bu saatte. ‘evimize gidelim yeter’ dedik. ‘sen yine yalnız kal evde’. önce ısrar etti. sonra biraz da işine geldi herhalde, kabul etti. sonra bir ara o evine gitti. işte bunu kabullenmek durumunda kaldık.dolmuşların oraya gittik. aksaray vardı. önce aksaray’a gideriz, ordan da edirnekapı’dan yeniden minibüse bineriz diye planladık. oturduk dolmuşa. ama iki kişi aksaray’ın üç milyon olduğunu öğrenir öğrenmez, şu esnada hatırlayamadığım ve zaten büyük ihtimal hatırlamak da istemeyeceğim bir bahane eşliğinde oturduğumuz gibi yerimizden kalkıp kaldırıma döndük. daha sakin kafayla düşündük. önümüzde iki şık vardı. ya aksaray’a gidip ordan küçükköy’e yürüyecektik. ya da edirnekapı’ya yürüyüp ordan minibüse binecektik. şöyle bir birbirimize baktık, aynı filmlerde olduğu gibi aynı anda susadığımızı söyledik ve bertaraf bir şık olan üç milyona su ve sigara alma, eve gitme işlemini ise ayaklara bırakma’da karar kıldık. başladık yürümeye. başlamanın yolun yarısı olmadığını sonradan farkedicektik.saat iki olmuştu. etraf çiş kokuyordu. ileride birkaç adam polisi dövüyordu. daha ileride travestilerin birilerini kovaladığını gördük. sarhoşlar nara atıyordu. bardan kaçarken kasıldığımın on misli kasıntıda yola devam ettik. anahaber izlemişliğim olduğundan her travestiyi potansiyel bir jiletli saldırgan sandığım için, köprüye doğru bir travestinin benden sigara istemesini, artık hayatımın yavaş yavaş sona eriyor olduğu şeklinde yorumladım. sigara uzattım. ateş tuttum. mümkün olduğunca memnun kalmasını istiyordum. her dediğini yaptım. ve saldırmadı bize. bu badireyi atlatmıştık, bakalım sıradaki neydi, önce hangimiz ölecektik?köprüyü geçtikten sonra yorulduk. otobüsle giderken çok yakın gibi geliyordu halbuki köprü ile meydan arası. biraz dinlenelim dedik. yoldan geçen arabalar korna çalıyordu. aslında travestiye benzemiyorduk. en azından teker teker bakıldığında. ama şortlu arkadaşımla, uzunca saçlı beni toplasak, travestiye yakın bir şey çıkardı ortaya. kemer’i geçip fatih’e gelince rahatladık ama. hacılar ve hocalar muhitiydi ne de olsa.edirnekapı’ya uzanan o uzuuun yolda, bağıra bağıra şarkı söyledik. gerçekten eğlenceliydi. sonra yine yorulduk ve yine mola verdik. derken polis arabası geldi. sorular sordu bize. masum cevaplar verdik. terörist olmadığımızı anladıklarındaysa ‘hadi bakalım eve’ diye molamızı yarıda kestiler. biraz sonra edirnekapı’ya vardık. o iki tarafı mezarlıkla örtülü karanlık yol boyunca cinlerden bahsettik, ara sıra tuhaf sesler duyduğumuzu düşündük ve bazı kimliği belirsiz gölgelerin bizi takip ettiğinden işkillendik. yine de acayip korkmadık.bayrampaşa sınırına geldiğimizde epey tükenmiştik. bir benzinciye girdik. gazoz aldık son paramızla. sigara yaktık ki zaten pek sönmemişti. çamlıca’nın fruko’dan çok daha içimlik olduğu hususunda hemfikir olduk. yine polis geldi. ‘derdiniz ne oğlum sizin?’ diye sordu. ben ‘derdiniz’ kısmını anlayamadım, ‘neyimiz?’ diye sordum. polis sinirlendi. bağırdı biraz. sonra koltuğa yaslanıp uyudu. biz de kaçtık.gaziosmanpaşa’yı da geçmiştik. hava aydınlanıyordu. saat beş falan. başlarda ağrıyan ayaklarım artık ağrımaktan sıkılmıştı ve hissizleşmişti. ezan okunurken namaza giden birkaç dede gördük. kendimizi güvende hissettik. demek ki, bu geceki gibi durumlarda dini motifler görmek insanı bir nebze olsun rahatlatıyordu. gece boyunca birçok örneğine şahit olmuştuk. apartmanlardan alarm sesleri geliyordu. ben bir ara arkadaşıma ‘polis yeniden gelirse namaza gidiyoruz deriz.’ dedim. ‘inandırıcılığı nedir?’ dedi. ‘yok öyle bir şey’ dedim. bu saatte sadece bazı pastane ve fırınların açık olduğunu artık kafamıza iyice soktuktan sonra, nihayet eve geldik. kültablası olarak kullanılmış tabakların arasında saat sekiz’e kadar cem yılmaz seyrettik. saat sekizi beş geçe’ye kadar evi topladık ve saat sekizi on geçe’ye kadar bakkala gittik. evden getirdiğimiz boş bira şişelerini kadın almadı. ben biraz sinirlendim. arkadaşım beni yatıştırdı. onun beni yatıştırmasıyla birlikte, kahvaltı hayallerimiz de suya düşmüş oldu.arkadaşımla vedalaşıp otobüse bindim. hem de akilimi kullanarak. ama bu gece akbilime olan inancım biraz azalmıştı doğrusu. bundan böyle aramız hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı galiba. neyse. dokuz buçuk’ta eve döndüm. saat on’da yattım. on saat uyudum. saat sekiz’de kalktım. bir şeyler yeme ihtiyacı duydum. hem de bu defa batıl inançlar yüzünden değil basbaya biyolojik gereksinimler sebebiyle. bir şeyler yedim. yine yattım. kalktım. sonra yine uyudum. uyanır gibi oldum. bozuntuya vermedim. yine uyudum. uyudum. hep uyudum.