Farkında mısınız? Yanlış giden birşeyler var sanki. Çok büyük bir ihtimalle farkında değilsiniz. Çünkü farkında olsanız, zaten sürdüremezsiniz daha fazla, bu yanlış gidişi. Durursunuz benim gibi… Böylelikle devam edip etmemek için vereceğiniz karara, yeterli olacak zamanı verirsiniz kendinize… Ve benim gibi görürseniz herşeyi; içerisinden çıkıp gidişin, ona dıştan bakabilirseniz, siz de yürümeye devam etmekte zorlanırsınız benim gibi.Çünkü dışarıdan bakınca görmemek için, görme işlevine sahip olmaması gerekir gözlerinizin. Çünkü o kadar belirgindir ki herşey! Bir dolu çelişki vardır öncelikle. Haksızlık, insan doğasına aykırılık, insafsızlık vardır.’Sınırlı Kaynaklar’ ve ‘Sınırsız İhtiyaçlar’ arasındaki asla uzlaşamayacak farkı görürsünüz benim gibi. Herşeyin bu iki şey arasındaki çatışma yüzünden böyle olduğunu… Mesela, akşam sofrada önümüze getirilen şeylerin, dünyadaki herkese yetecek kadar bol olmaması yüzünden……Ve ayrıca yiyecekler kadar hayati olmayan ama bizim için onlar kadar vazgeçilmez şeylere de yeterli değildir bu dünyadaki kaynaklar. Çünkü yiyeceklerden farklı olarak, bu şeylere karşı açlığımız hiç bitmez.Yeni giysiler isteriz. Oysa henüz geçen hafta almışızdır onlardan birini. Ama vitrinde gördüğümüz o kadar başkadır ki, önceki aldığımızı zihnimizde çoktan rafa kaldırmışızdır bile.Ya da eğlenmek isteriz. Başkalarıyla boy ölçüşmek, yarışı kazanmak isteriz. Zaten tüm bu bitmeyen istekler, hep bu yarış için değil midir? Temel ihtiyaçlarımızı karşılayanlar dışındaki isteklerden söz ediyorum tabii ki.Evet… Hep isteriz. Annelerimizin, anneannelerimizin bizim yaşlarımızda istediklerinden çok daha fazlasını… Onlara yeten şeyler, bize yeteceklerin çok az bir miktarını karşılayabilir ancak. Onların, gençliklerine ait anılarındaki genç kızlar bize benzemezler hiç.Çayımızı yudumlayıp onları dinlerken, içimizi tuhaf bir huzur kaplar. Tuhaftır, çünkü nedensizdir. Ya da o neden varsa bile, bilincimize ulaşamayacak derecede derinliklerimizde bir yerdedir henüz. Ama biliriz ki, vardır o huzur. Bir yandan içimizden, o zamanlardaki genç kızların ne kadar sıkıcı olduğunu geçirir, ‘Ne kadar renksiz bir hayatları varmış!’ derken; bir yandan da hep o duyguyu duyarız içimizde.Bu duyguyu çözümlemeye çalışırken, kendi özgürlük alanımızın onlarınkiyle kıyaslanamayacak derecedeki uçsuzbucaksızlığını farkederek şaşar kalırız. Annemizin, arkadaşlarıyla pikniğe gitmek için annesinden izin alma hikayesini gülümseyerek dinlerken, o hikayenin gerisindeki yaşam anlayışını görür, o anlayıştaki hangi noktaların, yudumladığımız çaydakiyle aynı hoş sıcaklığı uyandırdığını bulmaya çalışırız.Anlatılan bu hikayedeki genç kızın, yani annemizin, ya da teyzemizin, halamızın; annesinden izin alırken kullandığı üslupta bulur gibi oluruz bir an aradığımızı. Sözkonusu genç kız, bizden farklı olarak, talep ettiği şeylerle ilgili bir sınır çizmiştir kafasında. Daha doğrusu bu sınırı, zaten içinde yaşadığı zaman ve toplum çizmiştir. Yani kafasında herhangi bir karışıklığa neden olacak, ona herşeyi isteyebilme hakkı sunacak sınırsız bir özgürlük sözkonusu değildir. Şimdiki gibi ‘annelik’ ve ‘arkadaşlık’ birbirine girmemiştir. Karşısındaki net olarak ‘anne’dir yani. Toplum buna karar verdiği için böyle de olsa bu, şu an içimizde uyanan sıcaklığa yol açtığı için çok güzeldir.”Peki, bütün bunlarla, ‘sınırlı kaynak-sınırsız ihtiyaç’ çatışması arasındaki bağ ne?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. İşte tam da bu bağı ortaya koymak için anlattım ya bunları! Herşeyin ne kadar bizim dışımızda şeylere bağlı olduğunu; şu an içinde sürüklendiğimiz gidişin yönüne, nasıl başkalarınca karar verildiğini ve o kişiler aracılığıyla aslında herşeyin ‘ekonomi’ denen o büyük gücün kurallarına tabi olduğunu anlatmak istedim.Şu an içinde yaşadığımız toplum, sınırsız bir özgürlük sunuyor bize. Bu yüzden zihinlerimiz karman çorman… Ne yana gideceğimizi, ne arayacağımızı bilemez durumdayız. Bu sınırsızlık içinde, herşey bizi kendi yönüne çekmeye çalışıyor.Bize ”Dur!” diyen kimse yok. Tersine, herkes bizim herşeye hakkımız olduğunu, daha fazla isteyebileceğimizi haykırıyor.İşte en büyük aldatmaca da burada başlıyor: ”Ahlak önemli değil!” diyor toplum. ”Saygı önemli değil!… Tevazu, yetinebilme, fedakarlık, hatta sevgi önemli değil!… Çünkü, eğer bu kavramları önemsersen, onları yaşamında güçlü tutmaya çalışırsan; hani şu ‘sınırlı kaynak-sınırsız ihtiyaç’ meselesi var ya, o bir anda tepeteklak olur. Çünkü sen o zaman şimdiki kadar önemsemezsin kendini. Hayatındaki en önemli şey sen ve ihtiyaçların olmaz. Çevrendekileri de görmeye başlar, onlar için de birşeyler istersin. Sürekli şımartılan bir çocuğun, bitmeyen bir açlıkla sürekli birşeyler istemesi gibi, durmadan çoğalmaz isteklerin. Çünkü o açlığa neden olan, herkes tarafından şımartılmış benliğin kalmaz o zaman ortada… Oysa sen daha çok istemelisin! Daha çok, daha çok tüketmelisin! Ki tükettiklerin üretime dönüşebilsin… Ve yeni kaynaklar yaratılabilsin böylece… O kaynaklardan, hiç bitmeyen ihtiyaçları için hep aynı insanlar yararlanabilsinler… Ve diğerleri, yani o kaynaklardan hiçbir zaman yaralanamayanlar; yine yararlanamıyor olsa da, bu hep böyle sürse de boşver! Önemli olan, piyasalar canlansın. Ekonomi dengeye kavuşsun böylece.Onun için, sen özgür olmaya devam et! Boşver sınırları; ‘kız’mış, ‘erkek’miş… Bu ayrımı belirginleştiren geçmiş zaman insanları; varsın en derinden hissetmiş olsunlar, senin şimdi hissedemediklerini. Varsın, senin ‘aşk’ diye nitelendirdiğin duygudan onlar çok başka birşey anlasınlar. Senin anlam veremediğin bir ürperişle söz etsinler ‘aşk’tan, bu yaşlarında bile.””Sırf bu ürperişi veren o duygu için bile herşeye katlanılabileceği geçse de bir an olsun içinden; o duygunun bedeli özgürlüğünü yitirmekse, bırak eksik kalsın. Daha az derin duygularla yetin sen de. Özgür ol yeter ki!”