İnsan olmanın anlamını sorgulamak, onun insanlığını ve kimliğini sorgulamaktır. Dünya’nın birçok yerinde hala kadınların ve çocukların şiddete maruz kalmaları, tecavüze uğramaları, çocukların çocuklara uyguladığı şiddet günümüzde hala devam ederken bulunduğumuz ortamı gururla uygarlık diye adlandırıyoruz. Ancak uygarlığın içinde hakim olan yasalar ve güçler, bize karşı ruh ve bedensel mutluluğumuzu hedef alan bağımsız bir varlık geliştirmiş durumdalar. Bilgi toplumu çağında yaşamamıza rağmen, geçmişimizden ders almamız yüzünden biribirimizle daha fazla çatıştığımız bir dünyada yaşıyoruz.Toplumsal çöküntü dönemlerinde, ekonomik ve politik sorunların hakim olduğu dönemlerde insanı insan yapan roller anlamını yitirir, toplumda güvensizlik ve huzursuzluk hakim olur. İnsanlar karmaşaya düşer, kendilerini tehdit altında hissederler. Bu durumda yitirdikleri güveni, kendilerine tekrar kazandırdığına inandıkları eski ortamı, şiddet yoluyla geri getirmeye çalışırlar. İnsan zayıflık olarak algılanacağı için, kendi acısını yaşayamıyorsa bu acıyı başka canlılarda aramaya ihtiyaç duyar. İnsan kendi bastırılmış acısını unutmak için, başkalarını aşağılayacak ve zarar verecektir. Bizim kültürümüz de erkek çocuklar, çaresizlikten utandırılarak yetiştirilir, ağlaması zayıflık olarak algılanır. Oysa acıyı inkar etme durumununda kaldığımız da kendi acımızı algılamadığımız gibi, başkasının acısını da algılamak istemeyiz. Acının inkar edilme biçimi, aynı zamanda şuçluların kurban durumunda olmasına neden olur.İnsanın kendi geçmiş acısıyla yüzleşmemesi, empatinin yitimine yol açar. Şiddeti görmemezlikten gelmek, onu desteklemek demektir. Gerçek acı, karşısındaki bu kayıtsızlık kendi acımızı ve başkalarının acısını algılamamıza yol açar. Bir başkasının acısına karşı duyarlı olmak, sorumluluk üstlenmektir. Bu da korku verici bir durumdur. Kayıtsız olmak daha kolay bir tercihtir. İnsan oluşun temelleri çocuklukta atılır. Eğer bir çocuk içindeki acıya ulaşmanın yolunu bulamıyorsa, ona bu konuda yardım edilemiyorsa kendini değersiz hisseder. Maneviyattan uzaklaşıp, maddiyata daha fazla yönelir. Tüketim toplumumuzun kendi değerlerinden vazgeçen bireyi haline gelir. Günümüzde haşin, soğuk, içindeki çocuğu fark edemeyen insanlar ideal olarak gösterilir. Birçok kişi kendi kişiliğini geliştirmek yerine, güçlü olanla özdeşleştiği zaman insan oluşun temelleri sarsılır. İnsanın ekonomik sıkıntı, korku ve çaresizlik karşısında kendine duyduğu nefret, bu nefreti düşmanlarına da aktarma gerekliliğini ortaya çıkarır. Kendimize özgü bir kimlik geliştiremediğimiz için, başkalarına boyun eğenleri yaşamlarının anlamı haline getirmiş olanlarla özdeşiriz. Doğarken insanlığı içimizde taşırız, ama korku ve çaresizlik karşısında kendimize ihanet ederiz. İngizliz Şair Edwarda Young’un dediği gibi,’ Orjinal olarak doğarız, ama kopya olarak ölürüz’.