Tehlikenin, belanın, şiddetin kol gezdiği bir gezegen artık burası. Şimşeklerin tehlikeyi, kurukafanın ölümü temsil ettiği uyarılar artık bir işe yaramıyor hatta çok basit kalıyor. Alarmlar susturuluyor, güvenlik sistemleri aşılıyor, korumalar etkisiz hale getiriliyor, ölüm tehlikesi her an ense kökümüzde. Bütün bunlara rağmen, ancak başımıza geldiğinde bu tür olayların ciddiyetini ve boyutlarını idrak etmek şeklinde özetlenebilecek anlamsız bir durum var ortada. Tedbirden, güvenlikten ve belki korkudan vazgeçilmesi olarak toparlanabilecek vurdumduymazlık boyutu ise olayın en acı yönü. Kaldırımda yürüyenleri ezen, okullara girip çocuklara kurşun yağdıran, gökdelenleri yerle bir eden, herkesten ve de her şeyden nefret eden, niye olduğunu bile tam olarak bilmeden intikam yemini etmiş birileri var. Bunlar anlaşılır ya da kabul edilebilir nitelikte şeyler değil ama aslında anlam verilse, çözülmeye çalışılsa belki bir adım öteye gidilebilir. Onlar için, insan hayatına son vermenin anlamsızlığını bilmek istemeyenler için çıkış yolları bulunabilir. Ama herkes yazının girişindeki bölümde bahsettiğim kısımlara takılmış durumda. Panik olanlar, anlamsız tedbir alanlar, “bana bir şey olmaz” diyenler çoğunlukta, “neden böyle şeyler oluyor? bunların amacı ne, derdi ne? ne yapmalı?” kaygılarını taşıyan kitleyse azınlıkta. Artık “bu ne duyarsızlık” demek bile bir duyarsızlık aslında. Dinlediğimiz ya da seyrettiğimiz acı bir haberin sonuna yetiştiğimizde etraftakilere ilk sorduğumuz şey olayın nerede olduğu. Herkes için, her acı olay için üzülenlerin sayısı azaldıkça “aman bizim başımıza gelmesin” diyenlerin sayısı artıyor. Öyle ki bazen ilk defa duyuyoruz öyle bir yerin olduğunu ya da o yerde öyle bir tehlikenin sözkonusu olduğunu. İnsanlar öldüğünde farkedilir hale geldi yaşadıkları, varolmaya çalıştıkları sanki artık ölüm tehlikesi aslında yaşam belirtisi.