Sandalyenin birini bir koltuğuna, birini öteki koltuğuna çekerek, üçüncüsünün de üstüne ayağını kıvırarak, altına alıp oturmuş, kasaba pazarına gelip gidenleri izliyordu Kasap Ali.Kasabalı kısaca Kasap diyor, kasaplıkla yakından uzaktan ilgisi yok. İri kehribar tespihini şakırdatarak çekerken, cebinden metal tabakasını çıkardı. Sigara dumanından sapsarı olan bıyıklarının altında görünmez olan dudaklarını kenarına bir sigara sıkıştırdı. Muhtar çakmağı dedikleri çakmağını şıkırdatarak bilmem kaç kere çaktıktan sonra sigarasını yakabildi. Kahveci Mevlüt, yanına ilişerek garsonlara seslendi.-Getir oğlum bize iki çay!-Çaylar gelir, dedi kasap. Sana bir öykü anlatayım, benim çakmaktan aklıma geldi. Gülümsedi, bilirsin bu kasabadan şehre araç işlemezdi, yol falan yoktu. Nereden bileceksin, yaşın kaç ki? Bu kasabanın geliri de sebze, bunu bilirsin. İnsanlar eşeklerle, katırlarla şehre sebze satmaya giderlerdi. Bizim Sarıların Recep var ya, onun dedesi Ülfet Ağa, çilekeş adamdı… Ben de yanındaki arkadaşlarından duydum. Kasabadan yükler sebzeyi hayvanlara, Hamam Deresinden Taş Köprü Köyüne, oradan da şehre inecek. Hamam Deresi Taş Köprü arası nereden baksan bir saati geçkin sürer. Hamam deresinde çıkarır çakmağı, sigara tüttürecek. Çat çat, yol boyu çatırdar çakmak, bir türlü ateş almaz. Taş Köprü altında sonunda ateş alır muhtar çakmağı. Ülfet ağa sevinir;-Barut mu oldun be! der.Mevlüt omuzlarını silkerek bir, gözlerinden yaş gelene kadar bir gülme krizine girdi.Hoş sohbet adam bu kasap. Onu dinleyen. işi-gücü unutur, ağzı açık kalır buraların deyimiyle. Yaşı doksanı çoktan geçmiş ama belleği yerinde, dili tatlı, severek dinlerler Kasap’ı.-O, oğlum gelmiş dedi,gel hele oğul gel, babanın bir çayını içmeden mi geçeksin?Oğlum dediği, yukarı köylerden kasabalıların da çok iyi tanıdığı İbrahim Dayı’dır. Yanında sekiz-on yaşlarında oğluyla gelip selam verdi, oturdu. Kasap altına kıvırarak oturduğu ayağını çıkarıp doğruldu.-Hoş geldin oğul dedi. Torunu da getirmişsin bakıyorum he! Garsonlara seslendi,-Bize çay yapın çocuklar, torunum ne istersin? Soğuk bir şeyler iç serinlersin.İbrahim dayı durumu anlıyor ama; oğlu şaşkın şaşkın Kasap’ı süzdü, bir anlam çıkaramadı bütün bunlardan, merak da etmedi. Aklı peynirleri satınca babasının kendine alacağı pantolon ve şapkadaydı. Şapka neyse de pantolon üzerine uysun diye oğlunu pazara getirmişti İbrahim Dayı.Mevlüt, Kasap’ın bu tutumunu yeni fark etmedi, haftalardır dikkatini çekmişti. O da bir şey anlayamadı; İbrahim Dayı yukarı köylerdendi yörük, Kasap kasabanın yerlisiydi, manav… Yerlilere manav diyorlar çevrede. Her hafta İbrahim Dayı gelir, Kasap buyur eder, yedirir içirir, hem de neşelidir. İbrahim Dayı’nın gelmediği hafta hüzünlü bir durum alır, neşesi kaçar. Mevlüt, Meraklandı;-Kasap, bu sevgi nereden geliyor anlayamadım, nedir bu baba oğul öyküsü? Doğrusu merak ettim.Dedi.Kasap şöyle bir doğruldu;-Uzun öykü be Mevlüt, hatta masal benimki,,, Senin zamanın yetmez dinlemeye, ben de anlatmakla bitiremem anlatsam.-Dinlerim kasap, de hele epey meraklandım.Kahvenin önünde ağaçların gölgesine kurulmuş masalar, küçük kasabada herkes de birbirini tanımakta, yan masalardakilerin de, ilgisini çekti sohbet.Masalar yanaştı yan yana, sandalyeler çekildi, doluştular çevresine.-Çaylar benden dedi Mevlüt, donat oğlum masayı.İbrahim Dayı oğlunun dürtmesiyle izin istedi,pazarı görüp köyüne geç kalmamalıydı. Anlatılacak öyküyü bilmem kaç kere dinlemişti Kasap’tan. Kasap, sandalyeye yaslandı şöyle bir, kendini yokladı, dirildi, can geldi birden yaşlı vücuduna. Pantolonun üzerinden beline doladığı kuşağını düzeltti, bir elini kuşağının arasındaki; kemik saplı, sedef kakmalı kınında duran hançerin üzerine koydu. Jandarma komutanına çok yalvarmıştı hançerini almaması için, komutan da son çare olarak, hançerin sivri ucunu kırarak geri vermişti çok seneler önce. Şapkasını masaya koydu, kısacık gür saçlarını sıvazladı, gözleri canlandı, mavi mavi nazar boncuğu gibi parladı.-Çoğunuz bilmezsiniz dedi, babam rahmetli zamanında sürüyle keçimiz, sürüyle koyunumuz vardı. Ağılımız, yaylada Kavaklı Pınar’ın oradaydı. Hala hala var yıkıntısı, harap oldu. Keçilerle dağ bayır gezemez koyunlar, ben koyunları güderdim.Düz ayak giderdim yaylada. Neyse uzatmayayım, Sarı Kız Alanında yörükler çadır kurmuşlar, beş-altı oba. Bıyıklarım yeni terlemiş, askerliğimi yapmadım daha. Kara çadır arasında, kuyu başında allı yeşilli yörük kızları, gelinleri. Hele biri, illa ki biri… Adı Neslihan’mış, sonradan öğrendim.Bir of çekti derinden, kısa saçlarını elleriyle oraya buraya karıştırdı, düzeltti. Evet, o anları yaşıyordu, heyecanlandı. Bu arada bir şey öğrendim anamdan; yörük kadınlarının başörtüleri hemen hemen aynıdır, birbirlerine benzerler. Ufak bir ayrıntı varmış; gelin olduktan sonra kadınlar, alınlarına allı yeşilli çelme dedikleri ipeklilerle, bazıları gümüşlü paralarla süslenmiş bir takı takarlar. Kızlar, sadece başörtüsü bağlarlar, alınları boştur. Hoş, şimdi o gelenekler kalmadı ya… Dikkat ettim, Neslihan’ın alnı boştu, evli değildi. Derin bir nefes aldı;-Her gün koyunların yolu belli artık, doğru Sarı Kız Alanı… Neslihan var orada ya, çevirip çevirip oraya çevirir oldum koyunları. Her ne kadar belli etmemeye çalışsam da bir korku var içimde. Yörükler kalabalık, hem de yörük olmayana ne kız verirler, ne de başkalarından kız alırlar. Ama ben söz geçiremez durumdayım kendime… İlk kuyu başında gördüm Neslihan’ı yakından. İşte, o anı yeniden yaşamak için neler vermem ki… Zeytin karası iri gözleri, iki belik örgülü saçları topuklarında… Yayla taşlık, her yerde su bulunmaz, üç-beş kuyu var bu alanda. Bakracı salmış kuyuya, yaklaşıp su kabıma su almak istedim. Bakraçtan doldurup verirken kısaca bir bakış attı bana, konuşmadı bile.Bir değil, beş değil, Neslihan kız kuyuda, ben mantar gibi biter oldum yanı başında. Neslihan tedirgin, ürkek. Çadırda anlatmış anasına, teyzesine, halasına. Ama ben de hak etmiştim dedi üzgün üzgün.-Ne oldu ki? dedi Mevlüt.Neslihan’ın obası kalabalık, teyze hala plan yapmışlar, şükrediyorum, erkeklere haber vermemişler. Kuyu başında gördüm yine Neslihanı, yanaştım yine su alma bahanesiyle. Sen misin yanaşan? Her ardıcın arkasından bir kadın çıktı, etrafımı çevirdiler, fare gibi kapana kısılmışım habersizim. Arkadaş, bir sopa yedim yörük kadınlarından felek de beğenir. Ölmeyecek yerime, halı döver gibi indi çoban sopaları, pestil oldum pestil…Bir daha yanaşabilirsen yanaş erkeksen, uzaktan izledim hep. Doğrusunu isterseniz erkeklerden ürktüm, bir kör kuyuyu doldurmak var işin ucunda. Bir gün baktım yörük çadırlarının yerlerinde yeller esiyor, göçmüş gitmiş yörük obaları, Neslihan da…Askerlik geldi çattı ben de askere gittim. Ben askerdeyken evlenmiş Neslihan, hem de o civarda anlatılan meşhur bir kavgalı düğünle. Ufak bir anlaşmazlıktan kan gövdeyi götürmüş düğününde. Bu da ayrı bir öykü uzun sürer. Asker dönüşü beni de evlendirdiler, bilmem kaç çocuk, sayısını bilmem torunlar…Geçen yıllar yukarı köyde Neslihan’ın teyzesini gördüm, tanıştık, anlattık epey, gülüştük ve helalleştik. Neslihan genç yaşta bir hastalığa tutulmuş, kurtulamamış, biri İbrahim, geride iki yetim bırakarak terki diyar etmiş. Sağ elini sol göğsü üstüne koydu,Ama ölmedi, işte burada hala… İbrahim’i sevrim, severim İbrahim’i dedi.Daldı gözleri uzaklara, buğulu, ıslak…Bilmem, beni anlayabilir misiniz?