“Bana bir daha çiçek alma lütfen, midemi bulandırıyor, bakamıyorum.”dedi. Neden? diye sordum.”Bana insanları çağrıştırıyor, bir vazo içinde sınırları belirlenmiş, özgürlüğü kısıtlanmış, doğa ile bağı olmayan, süresi önceden tahmin edilebilen bir ömür biçilmiş, önceleri güzel gözüken ve kokan daha sonra solup çürüyen ve kötü kokan….””Haklısın. Bebekler ne kadar güzel kokar, yaşlılar tüm ömrün birikmiş günahı üstüne sinmiş gibi… Peki saksıdaki çiçekler. Ömürleri ve sonları daha belirsiz?””Onlarda hemen hemen aynı, nasıl bir nihayete varacağı ona ne verildiğine bağlı. Keza doğa ile bağı gene kopuk.””Ama daha özgür. Saksıyı istediğin yere götürürsün, doğada bitkiler yer değiştiremez.””Sen genede çiçek alma, karın doyurmuyor.””Peki o zaman, kebap yiyelim mi? Yoksa bu fikirden de çıkarımlarda bulunmak ister misin Aristo?””Olabilir. Neden biz sadece küçük, büyük baş hayvanlarla beslenebiliyoruz? Neden av hayvanları sadece çok pahalı restoranların menüsünde? Yediğimiz hayvanların besin zincirindeki yeri mi bizim statümüzü beliyor? Bu hayvanların karekteristik özellikleri bizede besin yoluyla geçtiği için mi sürü psikoloji içindeyiz?”Aman ne hoş, martı dönere ne dersin? Hem güzel yapıyorlar hemde ruhumuzafarklı DNA’lar katarız. Ordan da Zincirlikuyu mezarlığına gider çiçeklerimizi ebedi istirahatlarına uğurlarız, çürüyen içimiz rahat olur. Nasıl fikir?””Seni seviyorum aşkım… Bu arada sabah ütü masasını devirdim, ütü kedinin üstüne düştü. Zincirlikuyuya gitmeden eve uğrayalım kediyi de alalım…?””Olur aşkım, ne kedi nede ütü benim değil zaten…”