Şimdi yazacaklarım benim için biraz zor. Hiç, anlaşılmayacağımdan, at gözlüklerinden ya da neler söyleneceğini umursadığımdan değil. Az çok bir şeyler paylaştığımız Hafif.org ortak paydasında, kişi önemsiz anlamların, fikirlerin ve bilgi iletişiminin asıllığına önem veriyorum ben. Sıradan, yapay bulmadığım, okumayı seven bir adam olarak memeleketimin kültürü yüksek denebilecek dinamik kitlesinin nelere kafa yorduğunu görüyor, okuyorum burada biraz,

Teknolojiyi takip ediyorum, bazılarınızı her gün okuduğum gazetelerin köşe yazarlarından biri gibi “hah yeni yazısı çıkmış” diye özenle izliyorum, verdiği linklere dikkatle bakıyorum.

Hafif.org’dan bir çok şeyin kaçmaması, bana parmak kaldırıp fikrimi söyleyebileceğim bir çatı olmasından dolayı çok sıcak, hatta bazen bu mahallenin çocuğu olduğum için gurur verici geliyor. Ama tıpkı evimize giren gazeteciler, okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz albümler gibi, sadece yazdıklarımızla algılıyoruz birbirimizi. Kimse tipinin düzgünlüğüyle, etnik kökeniyle, ya da yaptığı işle canlanmıyor gözümüzde. Sadece yazılanlar, sadece işimizden, dersimizden, sevgililerimizden küçük kaytarmalar yaptığımız paylaşımlarımız var. Benim şimdiki zorluğum bu; eğer susmayıp bu ahkamı yazacaksam, en azından ne iş yaptığımı ve sonuçta, kim olduğuma biraz aleniyet kazandıracaksam, bir “karar verilmemiş prensibi” deliyorum, kim olduğumu söylüyorum. Diğer zorlukta sanırım yazacağım en uzun yazıyı yazıyorum Hafif.org’a, okuyanlara sabır diliyorum…

İlginç bir tribute albüm daha! kısa bloguyla dün başlayan ve araya bence düşünmeye sevk edici bir ahkam girmemle, sevgili vic vega hem o blogun ilk ahkamında yazdıklarıyla ilgili, hem de benim sorduğum “peki bunca aklıbaşında diyebileceğimiz memleket sanatçısı neden burada” soruma “evet ben de bunu merak ettim” diye cevap verdi ve bana bir özel mesaj attı. Daha önce ki bir sohbetimizden adı geçen albümle ilgili olduğumu düşünmüştü. Haklıydı…

Evet ben bahsedilen albümün İngilizce ifadesiyle “Producer” uyum. Yani tüm teknik detayları, koordinasyonu, seçimleri, organizasyonu ben, yani sizin bildiğiniz adımla “NuMB” üstlenmiş durumda. Coldfire’ın söylemiyle onca sanatçının gözünüzdeki değeri eskisi gibi kalmayacaksa, bu standart medya deyimiyle “sözde vatana ihanet” başyapıtı çıkacaksa, baş sorumlularından biri de benim…

Vic Vega’nın bana sorduğu soruya ve verdiğim cevaba gelelim öncelikle. Övmek gibi olmasın Vic’in zekasını ve hayata karşı objektif olmanın gerekliliğini algıladığını, eskilerin deyimiyle “His-i kavlen vukuu” yani doğaç hissedişle fark ettiğim için, hiç gocunmadan upuzun bir cevap yazdım ve sonuna da “bu konu uzarsa, daha fazla bir şey yazmak istemediğimi, bu ona özel yazılmış mesajı paste etmek istediğimi belirttim”. Karşı cevabında “Ben söylemesem zaten, onun O mesajı paste etmeyi teklif edeceğini” söyledi. Buradan Vic’in yazdıklarımdan ikna olduğu anlaşılmasın, zaten ikna olmasını beklemiyordum, ama söylenebilecek en güzel şeyi söyledi ve konuyu “empati” yöntemiyle tekrar gözden geçireceğini belirtti.

Şimdi Vic’e yazdıklarımdan zaman zaman cümleler kullanarak, tekrar ve daha geniş anlatacağım anlatacağımı:

80’leri hanginiz hatırlar bilmiyorum ama, ben bir ortaokul öğrencisi olarak her şeyin yasak olduğu, öğretmenlerimizin okul dışında bile pantolon giydiği için soruşturmalara uğradığı bir dönemin çocuğuyum yani 80’lerin. Şimdi burada açıkça fikirlerinizi söylemeyi bırakın, fikir sahibi olmanın bile suç olduğu dönemlerdi onlar. O zamanlar Hafif.org bu haliyle olsa hepimiz şimdi hapisteydik. Nazım Hikmet adını anmak vatan haini olmak, bırakın Nazım Hikmet’i, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı hariç herhangi bir şiirini dile getirmek, vatana ihanet, şeriatçılıktı.

İşte o sıralar çıktı bu Ahmet Kaya denen adam… Ben Pinkfloyd, Dire Straits dinliyor, ilk gitarımla onların şarkılarını çalmaya çalışıyordum. Türkçe sözlü müzik beni hiçbir şekilde ilgilendirmiyordu, varsa yoksa Blues, Senfonik Rock ve türevleri. Bir gece bir dost muhabbetinde, bir arkadaşım dinletti Ahmet’i ve çok şaşırdım; Bu adam sistemi rahatsız edecek şeyler söylüyordu ve kesinlikle kafayı yemiş olmalıydı. Ama ne cesaretti ki bu? Neyine güveniyordu? Tek başına çıkmış bağlamayı döve döve “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluklar” diyordu ve “O yer neresi kardeşim, Moskova mı?” diye tutuklanmıştı….

Ben yine Pinkfloyd’uma, yeni buluşum olan U2’ ma döndüm… Ama deniz kenarında şarap içerken de, lisede aşık olduğum kızın okul müdürümün kızı olmasından kaynaklı olarak da dinledim kısmen. “Biri şarabımızı döktü, biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu” dizeleri, batıya dönük yüzlü yetiştirilmeye çalışılan Türk gençliğini arabesk ve ilerici tarafından fena vurdu, konu belli değildi ama 12 Eylül sonunda milyonlarca gencin “Dökülen şarabını, vurulan kuşunu” anlatıyordu. Tüm müzik camiası, sadece aşk şarkıları yazmaya zorlanmışken ve arabesk denilecek acıların müziği, yandım aşkından, bittim ben derken, bir adam toplumcu arabesk diye hiç bilmediğimiz bir tür üretimişti ve yasak olan, tabu olan her türlü söylemi inatla tekrarlıyor ve yavaş yavaş şöhret basamaklarını tırmanıyordu… Belki de tek niyeti buydu.

Sonra her albümü şimdi Tarkan tarafından bile kırılamamış rekorlara ulaştı… Evet Kültür Bakanlığı Kayıtlarıyla ( İsteyene Yollarım ) hala kırılamamış albüm satış rekorları olan bir adam oldu… Ben PinkFloyd, Metallica, U2, REM, Doobie Brothers, Jackson Browne, vs, vs, dinliyor, Ahmet Kaya’yı “devrimci arabesk” nitelendirip, bir müzik adamı olarak sözleri ve söylediği şarkıları, cesaretiyle, hissedişiyle takdir ediyordum. Benim kulağıma ister inanın ister inanmayın ama 300 küsür albümün içinde bulunan ben, Ahmet Kaya için hep “Şarkı söylerken ciğer söken adam” dedim. Kabul etmeseniz de ben yanılmadım çünkü dile kolay, milyonlarca insan, biraz sonra bahsi geçecek tonla entelektüel, memleketin kaderini değiştirmeye aday gösterdiğimiz herkes, biraz da olsa onun sesinden müziğinden etkilenmişti.

Ben hiçbir zaman Ahmet Kaya hayranı olmadım ama Türkiye’ye bir başka soluk getirdiğini hep düşündüm, farklı türlerdeydi ama benim sanatım da toplum içindi, sadece beni değil tüm hayatı ileri götürmek, star olmaya değil yargısız infazların kol gezdiği, 16 yaşında çocukların “yanlış yola sapmıştır düzeltebiliriz” bile denilmeden idam edildiği bir dönemdi, Ben Rocker’dım; Ahmet Kaya Devrimci arabeskçi… Ama aynı şeye ağlıyorduk!

Vic Vega, yazdıklarıyla ilgili, “Via Hürriyet” diye bir not düşmüş… İşte bu işin, bence kilit noktası tam burada. Şimdi link link dolaşıp yazamayacağım ama burada, Reha Muhtar, Ertuğrul Özkök, Hürriyet, ShowTV konusunda tonla iplememe, aşağılama, yanlı haber verme, kaale almama blogu varken söz konusu Ahmet Kaya olunca ve sistem size bunu buyurduğu için Hürriyet kaynaklı haber ajansı oldunuz biraz.

Coldfire! Linklediğin haber Hürriyette değil, hukuk komedisini göstermek için Ahmet Kaya’nın kendi web sitesinde yayınlı. Keşke “Ahmet Kaya olayını düşündüm ve araştırdım” dedikten sonra, içinde olanın ve sana diretilenin değil de objektivitenin peşinde olabilseydin.

Şimdi buraya dün Vic’e yazdığımı kısmen Paste ediyorum;

Gelelim bana; Ben Kürt değilim, hatta babamın ailesi yaşadıkları yerde çok karışık etnik gruplar olması dolayısıyla Türk olduklarını ısrarla vurgulamak istemişler, yani mesela babamın adı Öztürk, amcamın ki Özkan… Siyasal tarafıma baktığımızda, her insanın bir dünya görüşü olması zorunluluğundan yola çıkarım. Düşünmeliyiz ve hayatın içinde kendi ilmeğimizi örmeliyiz. Yani siyaset bilimi de aşağı yukarı düşünce bilimi demek olduğu için düşünmeyi becerebilen her insan siyasi olmalıdır düşüncesindeyim. Benim siyasetimse; tam demokratik bir ülkede hukukun üstünlüğünü benimsemiş, yasalara saygılı bireyler olarak yaşanması gerektiği. Evet antifaşist olduğum ve ırkçı her tür yaklaşıma ilelebet hayır dediğim için bana solcu da denilebilir, tanımlar önemli değil zaten.

Gelelim Ahmet Kaya’ya: Kaba saba bir adam, ne söyleyeceği belli olmayan, deli cesaretli, senin benim keyf alabileceğimiz şeylerden çok uzak ve anlamamıza olanak olmayacak kadar farklı bir hayattan gelen biri. Lise yıllarımın başında Pinkfloyd dinlerken bir gece bir arkadaşımın ısrarıyla dinledim ilk. Müziği, tarzı hiç bana göre değildi, ama şu kesindi, ben nasıl greenpeace eylemlerini yapanları cesur buluyorsam o da o kadar cesurca bir şey yapıyordu… dinlenmeye korkulacak bir söylemi vardı çünkü, söylemek ne kelime, 12 eylül ertesiydi ve Hafif diye bir gazete çıkarsan, “sen devletemi laf söyledin Hafif adını seçerek” diye 35 yıla mahkum olabilirdin, emin ol çok örneği var. Dedim ya belki de aptal cesareti olan sadece şöhreti bu yolla yakalamaya çalışan bir adamdı belki de. Ama tekti… Türkiye’de “O piti piti karamela sepeti” , “Honki ponki torino” gibi şarkılar yapılan, devlete millete zeval vermeyen tek düze aşk şarkıları dönemiydi ve arabesk patlamıştı… Şiire ve güzel söze düşkün olan ben şarkı sözlerine takıldım sonra Ahmet Kaya’nın… kendini anlatıyordu zaten “Ceketimi yağmurlara astığımdan beri, tehlikeli şiir okur, dünyaya sataşırım” … ben de tam dünyaya sataşma dönemimdeydim… Sonra yıllar geçti ve ben yine Pinkfloyd, U2, Mettalica dinledim ama o dönemin içinde barındırdığı hüznü, arabeski zaman zaman Ahmet Kaya ile sürdürdüm, tatmin ettim içimde, hiç takip ettiğim bir adam olmadı.

Gelelim bu güne; Senin de söyleminle “via Hürriyet”… Zaten bu herşeyi açıklıyor. İlahlar kurban istedi birleştiri olmak, yapılan haksızlıkları, neden olunan onca hayat yıkımını unutturmak gerekiyordu ve Magazin Gazatecileri Derneği ödül töreninde yaptığı “Kürt kökenli olduğum için Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim yeni albümümde” açıklaması kendi ipini çekmek oldu Ahmet Kaya’nın çünkü bu ülkede renklere müsade edilemezdi, çünkü evet ciddi bir terör, ciddi bir savaş problemi vardı Türkiye’nin… Ahmet Kaya’nın söylemek istediği de zaten biraz buydu, bu savaşı, bu kardeş kıyımını durdurmak için çok renkliliğe, her halkın kendini özgür ifadesine açık olmalıydık. O dönem asıl ihtiyacımız olan buydu. Yoksa çok da zeki olduğu söylenen, keyfine düşkün, çıkarcı, şöhret meraklısı adam neden kendini ateşin tam içine atsın ki? Serdar Ortaç, Reha Muhtar, Ertuğrul Özkök, Ercan Saatçi karesinin ortasında linç edildi biraz, biraz değil çok fazla… Sonra yargılandı, sonra sokaklarda yüzüne tükürüldü, sonra evinden çıkamaz hale geldi, sonra ilkokula giden kızı okul servisinde “senin baban vatan haini” diye hor görüldü, sonra medyanın gücünden korkan dost bildikleri birer birer terk ettiler, sonra Reha Muhtarın, Hürriyetin, hiç bir delil göstermeden yataklık yaptığı iddiaları üzerine tutuklandı, bırakıldı, ertesi gün Hürriyetin sonradan “biz o fotoğrafı kaybetmişiz” diyeceği bir delil fotoğraf yüzünden tekrar tutuklandı… ve gönderildi tüm köklerinin bulunduğu bu memleketten. Ahmet Kaya hakkında 312. madde yani yardım ve yataklık ile ilgili Hürriyetin ve Reha’nın iddiaları dışında kanıtlanamadı. Çünkü halka “bu adam hain” derken mahkemeye delilleri vermediler, “hadi yaaa arşivimiz dağılmış O fotoğraflar yok” dediler. İlahlar kurban istedi onlar da verdiler….

Benim kendime sorum şu; Ben bu kadar üzülseydim birileri tarafından ne yapardım? O da bir deli adamdı, belki biraz her sanatçı gibi, inatlaştı kendine bunu yapanlarla, “Kürdüm ben” demeyi bir karşıkoyuş, bir inat meselesi yaptı. Karısından, taptığı 13 yaşındaki kızından, annesinden ve çok sevdiği bu kültürden, kendi deyimiyle “Yağmurlarını bile tanımadığı” bir ülkeye sürgün olmayı yüreği kaldıramadı belki de, belki de “yanlış anlaşılmanın verdiği ağırlık”, alkol, sigara, 42 yaşında karısının ve kızının kucağında ölüp gitti…

Bu sanatçılar işte bunun için bu albümde varlar, çünkü medyanın hakim güçlere çanaklık yapıp bir gün onları da ilahlara kurban edebileceğini, hukukun çatır çatır çiğnendiği bir ülkede boyunlarına “vurun kahpeye” levhasının asılıp, tüm hayatlarının, değerlerinin lince kurban gidebileceğini biliyorlar. Medyayı ve olan biteni, senden benden çok daha iyi algılıyorlar; çünkü bu çarkın tam orta yerindeler… Çünkü Türkiye’de gerçek sanatçı olmak bizim anlayamayacağımız bir riski de beraberinde getiriyor.

Şimdi tüm sorulara yanıt vermeyi kabul ederek ve ülkemde en çok sesini duymak zorunda kaldığınız hürriyet, showtv, reha, ertuğrul, serdar ortaç, ercan saatçi’ye karşılık sizi aşağıdaki yazılarla ve vicdanınızla başbaşa bırakıyorum… Her şeye cevap vereceğim ama sakın aşağıdakilerin tamamını okumadan soru sormayın, Hafif Farkıyla Savaş Ay’ın Bomba Haber dediğinden daha fazlası bile elinizde… Tekra ediyorum, ama sakın aşağıyı okumadan soru sormayın ….

Ahmet Kaya’nın ödül gecesinden sonra, aleyhinde yazan tüm medyanın tekzip durumundan dolayı kanunen yayınlamak zorunda olduğu ve fakat nedense yine de yayınlamadığı basın açıklaması

BASININ BÜTÜN TEMSİLCİLERİNE;

MERHABA!.

Bizim geleneksel üslubumuzla, hepiniz hoşgeldiniz…

Son aylarda ülkemde basının aralıklı olarak gündeminde olmam ve yaşadığım olaylar dizisini, nedenleriyle birlikte, sizlerle kısaca paylaşmak ihtiyacı duydum.

Aylardır benimle ilgili yapılan bütün haberlerde (haberin öznesi olmama rağmen) belgesiz ve tanıksız ve yanlı yorumlarla, hakkımda yığınla gerçek dışı haber üretildi. Özellikle suskun kaldım, çünkü; süregiden bir Mahkemem vardı ve gerek hukuka olan saygım, gerekse Mahkemeyi etkilememek adına, sabırla beklemenin daha doğru olacağını düşündüm. Bundan kısa bir süre önce, bir Avrupa ülkesinde gerçekleşen konserimin ardından üretilen haberler nedeniyle suskunluğumu bozdum ve ülkemde medyayı temsil eden herkese yazılı bir açıklama gönderdim. O açıklama kısaca beni ve düşüncelerimi içeriyordu. Sonuç; hiçkimse buna yer verme gereği duymadı..

Avrupa’nın çeşitli yerlerinde devam eden konserlerimden dolayı, bir kez daha ve bizzat sizlerin karşısına çıkarak, yapılan haberlerin doğrudan tarafı olmamın da gerektirdiği hak ve sorumlulukla sizlere bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Bunu yaparken, hukuk yasaları tarafından yargılanmadan ve suç ve ceza kavramlarını en sağlıklı ve çağa en yakışan biçimde irdelemeden infaz gerçekleştirmeye çalışanların yarattığı bu büyük haksızlığı iliklerimde hissettiğimi söylemek zorundayım.

Ben profesyonel bir sanatçıyım. Şarkı sözleri yazan, bestelerini yapan ve yorumlayan ve milyonlarca satan bir sanatçıyım. Ve ülkem buna alışkın olmasa da, muhalif bir sanatçıyım. Toplumcuyum, beni rahatsız eden herşeyi müziğimle eleştiriyor ve müziğimle protesto ediyorum. Benim silahım bu.Duygu üreten herkes gibi, benim gözümden de yaş akıtan hiçbirşey karşısında suskun kalamıyorum.

Dünya sanat tarihinde olduğu gibi, benim ülkemin sanat tarihinde de toplumcu duruşlarını üretimlerine yansıtan bazı sanatçılar var ve onlarda kendi dönemlerinde benimle aynı kaderi paylaşmışlar. Bütün bir yüzyılı kapsayan bu kaderle, içine gireceğimiz yüzyılda da karşı karşıya kalmak bütün insanlık adına üzücü. Bir köşe yazarımızın dediği gibi, ben de, ‘Düşüncelerin Özgürce Uçuştuğu Bir Dünya’ yı şiddetle özlüyor ve bütün insanlık gibi bunu hakettiğimi düşünüyorum.

Üzülerek söylemeliyim ki, beni ısrarla yanlış anlama tavrı içersinde olan bir çok Gazete ve Televizyon habercisi, şu anda sağlıksız bir toplumsal psikoloji ile, benim en demokratik hakkımı, ‘Savunma Hakkı’mı elimden alma çabası içersinde. Eminim ki şu anda hepinizin aklına aynı soru takıldı; Neden?.

Şubat 1999 tarihinde, beni de ödüllendiren bir kuruluşun düzenlediği toplantıda, Kürt asıllı olduğumu, yeni albüm çalışmamda Kürtçe bir şarkı söylemek istediğimi, bu şarkıya bir klip çekeceğimi ve bunu yayınlayacak televizyon kanallarının varlığına da inandığımı söyledim.

Sadece bu açıklamamdan dolayı beni, ülkemi bölmekle, vatan haini olmakla suçlayan birkaç insanın hakaret dolu, incitici ve ayrımcı sözlerine karşılık, bu ülkede Kürtlerinde yaşadığı gerçeğini kabul etmelerini, etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğimi söyleyerek, oradan ayrıldım. Bu olaya, Gazete ve Televizyonlarda günlerce ve ‘bölücü’, ‘vatan haini’, ‘fikirsiz fikir suçlusu’, ‘defol’ gibi başlıklarla yer verilmesi sonucunda hakkımda bir dava açıldı ve Yurtdışına çıkışım, yargılandığım Mahkeme tarafından yasaklandı. Oysa benim, aylar önce mukavelesini imzaladığım ve yapmak zorunda olduğum bir turne çalışmam vardı.

Devam eden duruşmalarımda avukatlarım bu yasağın kaldırılmasını talep etti, Mahkeme bu talebi haklı buldu ve ben konserlerimi gerçekleştirmek amacı ile yurtdışına çıktım. Bu konserlerin gerçekleştirilmesi sürecinde, dinleyicilerimle (ki,çoğunluğu kendi ülkemin insanları oluşturuyor) şarkı aralarında soluklanmak amacıyla yaptığım küçük sohbetler, benim yokluğumda, tamamen gerçek dışı, tehlikeli ve amaçlı yorumlarla, ülkemin Gazete ve Televizyonlarında hiçbir belgeye ya da kanıta dayandırılmadan ve ne yazık ki pervasızca yer aldı .

Hiç kimse bunun yaratacağı sonuçları düşünmek, değerlendirmek ve ondan sonra haber yapmak gibi bir sağduyu örneği göstermeden, Ahmet Kaya’yı suçladı, yargıladı ve kararı verdi; ‘O bir bölücü, bir vatan haini, bir şerefsiz, bir küstah, bir terörist, bir hergele, bir akıllanmaz-utanmaz, kin ve küfür kusan, herkes tarafından satın alınabilecek ve Abdullah Öcalan gibi yargılanması gereken bir adam’…

Bu adamı, annesi, eşi, kızları, milyonlarca hayranı ve bütün bir Türkiye halkı önünde böyle nitelendiren Gazete ve Televizyonlar bunu neye dayandırıyorlardı?

Birer örneğini yazılı olarak sizlere vereceğim bu açıklamamın ekinde göreceğiniz bazı gazete kupürlerini dikkatle okumanızı istiyorum.

Sözünü ettiğim ödül gecesine değinerek, ” Kendime bir araba almıştım. 42 yıldır bu ülkede yaşadığım ve ürettiğim halde, bir açıklamamdan dolayı o ödül töreninde beni bir gecede vatan haini ve bölücü olarak nitelendiren birkaç şerefsizin yüzünden, o arabayı keyifle kullanamadım bile” biçimindeki sözlerimi, “Ülkesindeki 64 milyon insana şerefsiz dedi” başlığı ile veren gazete, bunu hiçbir kanıta ya da belgeye dayandırmadan, sonuçlarını hesap etmeden ve büyük bir sorumsuzlukla sekiz sütuna manşet yazma sorumsuzluğu gösterirken, ben, aynı gazete ve aynı sütunlarda yer alan “Ben bölünmeyisavunmuyorum, Kürt realitesini kabul etmek lazım. Bu gözyaşının, bu acının bitmesi lazım. Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz” biçimindeki cümlelerimin gazete başlığına taşınmasını isterdim.

Benim bu anlamdaki barış yanlısı ve birleştirici tutumumun öne çıkarılmaması, aksine bütünü bana ait olmayan ve tamamen önyargıyla yorumlanarak atılan başlıklarla neyin amaçlandığını, yakın gelecekte benim içine düşürüleceğim durumu takip eden herkes görecektir. Dileğim bu yanlı, amaçlı, kıyıcı, ayrıştırıcı tutumdan hukukun yara almadan çıkmasıdır.

Ülkemin bir bölgesinde yıllardır süren ve bütün bir halkın yara aldığı bir sürecin değerlendirmesini yaparak ve bu sürecin yarattığı sonuçlardan dolayı ‘özür dileyen’ Abdullah Öcalan’ın bu tavrının dikkate alınması gerektiğini söylemem, Gazete ve Televizyon haberlerinde “Ahmet Kaya bölücübaşını övdü” sözleriyle verilirse, ben bunun altında çok ciddi birtakım amaçlar olduğunu, ve en yalın haliyle, bu amacın benim kolumu kanadımı tamamen kırmak olduğunu düşünürüm.

Dünyanın birçok ulusundan insanın yaşadığı bir ülkede, yıllardır halkçı ve toplumcu yanını, insana değer veren yanını özellikle vurgulamış, bu anlamdaki duygularını şarkılarına yansıtmış bir insan olarak şu cümlemin altını özellikle çizmek istiyorum; Ben bu ülke halkına ‘şerefsiz’ demedim ve demem. Bu başlığı atanların benimle ilgili hesapları ne olursa olsun, bunun bana maliyeti ne olursa olsun, benim, 64 milyon insana ‘şerefsiz’ dediğimi hiçbir temele dayandırmadan iddia edenleri, tarih önünde, halkın önünde kendi kişisel vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum.

Yurtdışına çıkışım esnasında, havaalanında, benim ne zaman döneceğimi soran polise kullandığım bir cümleden sözediliyor. Bu cümleyi doğrudan polise karşı kullanmak bir hakareti içerir ve bu cümleden dolayı polisin işlem yapması, hem de o anda işlem yapması gerekir. Ayrıca haber(!)’i üretmenin de bir adabı olması gerekir.

Ben şu anda buradayım ama üzerinde ciddi oyunlar denenen sanatçı yanım heryerde. Ülkem ne yazık ki talihsiz bir dönemden geçmekte. Ve Dünyanın heryerinde benimle aynı kategoride sanat üreten, Dünyanın bütün dillerine-dinlerine ve kültürlerine yüreğini ve beynini açan sanatçı arkadaşlarım var.

Vietnam’dan Afrika’ya, oradan Bosna’ya uzanan, Dünyadaki bütün halkların yanında olduğunu her fırsatta ve özgürce ifade eden Bob Dylan, Paul Sımon, Stıng, Sinead O’Connor, Joan Baez gibi, müzik tarihindeki yerlerini almış insanları büyük bir saygıyla selamlıyorum. Ben sesimi şimdilik ülkemde iyiye gitmeyen şeylerle ilgili duyurmaya çalışıyorum.

Bir başörtüsü sorunu gündemde iken, başka amaçlar taşımadığı sürece, herkesin istediği gibi giyinme özgürlüğü olduğunu ve bunun şiddet uygulamanın bir gerekçesi olamıyacağını söylediğimde de anlaşılamamıştım. Yani ben hiç anlaşılamadım, hiç doğru anlaşılamadım. Buna rağmen şansımı inatla zorlamaktan yanayım;

Yüreğim ve beynim, yaşadığım sürece Dünya’nın her yanında acılar çeken halkların yanında olacak. Bunu yaparken sadece kendimden güç alacağım.

Bunun bedeli beni yaşadığım topraklardan, ülkemden, halkımdan, işimden, ailemden, sevenlerimden koparmak bile olsa, ben ceketimi daima yağmurlara asacağım. Birgün birileri nasılsa, Kürt asıllı olduğu için Kürtçe bir tek şarkı söylemek isteyen bir adamın, hiçbir ülkeyi bölmediğinin öyküsünü yazacak ve bu öyküyü okuyanlar, şarkı söyleyen insanlardan ve şarkılardan korkulmaması gerektiğini anlayacaklardır..

Süren Mahkemem nedeniyle sizlerle birebir konuşamamanın, sorularınıza açıklıkla tek tek cevap verememenin sıkıntısıyla yazdığım ve okuduğum bu uzun metnin, bu monoloğun, beni birazcık ta olsa ifade edebileceği umudu taşıdığımı söylemeliyim.

Ben, klasik bir kadere teslim olmak istemiyor ve öldükten sonra değil, şimdi anlaşılmak istiyorum. Beni doğru anlama yolundaki en küçük bir çabayı, bir sağduyu ve bir hoşgörüyü çok özlediğimi ve bunu içinde taşıyan herkesi bütün içtenliğimle selamladığımı söylemek istiyorum.

İnsanın kendisini asla ve tam olarak ifade edemediği bu sınırlı koşullar için beni bağışlamanızı diliyor ve geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.

AHMET KAYA

Ve Yazarlarımızdan seçmeler

Kırk yaşını daha yeni aşmıştı ve “içkisini bile sevmediği” bir diyarda hoşlanmadığı bir hayat kurmaya mahkum edilmişti. “Evimi özledim” diyordu, “balkonumda bacağı kırık mangalımı yakıp dostlarımla rakı içmeyi özledim.” Ama ona evine dönmek yasaktı. “Kürtçe şarkı söylemek istiyorum” demişti çünkü. Sonra o dönüş yolunu biraz daha kesecek duraklarda aramıştı sevgiyi, öfkeyle aramıştı. Biraz daha güçlü, biraz daha kendine güvenen bir toplumun çocuğu olsaydı, onun o sert konuşmalarında, yumruğunu havaya kaldırarak söylediği şarkılarda açıkça hissedilen o çocuksu yalnızlığı ve kızgınlığı o toplum görür ve onu yeniden koynuna alırdı.

“Ben öldüğümde” diye başlayan cümleleri hepimiz duymuşuzdur, dinler geçeriz, böyle cümleler ancak onu söyleyen öldüğünde bir mana kazanır çünkü.

Geçen akşam Ahmet Kaya’nın o asi yüzü televizyonun ekranında belirdiğinde, “ben öldüğümde” diyordu, “kimse arkamdan memleketini sevmiyordu demesin, ben bu memleketi Ardahan’dan Edirne’ye kadar severim.”

Ölmüş bir adam konuşuyordu karşımda.

“Ben öldüğümde…”

“Ben öldüğümde kimse memleketini sevmiyordu demesin.”

Öldüğü günün akşamında hiç büyümeyen şişman ve öfkeli çocuk yüzüyle karşıma çıkan adamın şarkılarını dinleyen milyonlarca insana vasiyeti bu acıklı cümleydi, “memleketimi sevmediğimi söylemeyin.”

Bu memleketin şarkılarını söyleyen bir insan niye arkasından “memleketini sevmiyordu” deneceğinden kuşkulanıyordu ki…

Bir gece mikrofonu alıp “Ben Kürtçe şarkı söyleyeceğim” demiş, bu masum cümle yüzünden “hain” ilan edilip sürgüne yollanmış, hakaretlere uğramış ve genç yaşında ölmüştü.

Onu ölüme götüren yolun ilk taşı o cümleyle konmuştu. “Kürtçe şarkı söyleyeceğim.”

Kürtçe bile bilmiyordu ama öfkeliydi, çocuksuydu, hesapsızdı.

Besteler yapmayı, şarkılar söylemeyi, içmeyi, dostlarıyla sohbet etmeyi, çocuklara tanınan sevimli bir özgürlüğün içinde aldırmazca konuşmayı seviyordu, “ben berbere gitmem, giden de hoşlanmam” bile diyebiliyordu.

Sanatla uğraşanların çoğu gibi kocaman bir çocuktu işte ve bu ülkede yaşayan çoğu insan gibi çocukluğundan ve gençliğinden yaralar taşıyordu içinde, onu zaman zaman bütün topluma meydan okumaya kadar götüren acılı yaralar.

Coşmuş, “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” demişti.

Bunu söyledi diye onu sürgünlere yolladık.

“Yağmurlarını bile tanımadığı” şehirlerin sokaklarında yapayalnız dolaşmaya mahkum ettik.

Tanıdığı bir yüzle karşılaşmadığı, bildik bir kokuyu duymadığı yabancı sokaklarda dolaştı.

Aylarca yalnızlığının içinde savrulup durdu.

Şarkılarını sevenlerin sevgisine alışmıştı, sevgisiz kaldı.

O sevgiyi aradı.

Her seferinde biraz daha öfkelenip her seferinde onu sevdiği topraklardan biraz daha kopartan konuşmalar yaptı.

İnsanlar onun coşkulu bir şarkıcı olduğunu unutmuş, sanki bir politik lidermiş gibi söylediği her kelimenin altını çizerek ona başka bir kimlik giydirmeye koyulmuşlardı.

“Kürtçe şarkı söyleyeceğim” cümlesiyle başlayan macera gittikçe daha keskin bir hale gelmişti.

Yüzlerce şarkı yazmış, söylemiş, milyonlarca insan tarafından dinlenmiş, bu ülkenin insanlarına sesiyle acılar ve sevinçler bağışlamış biri “Kürtçe şarkı söylemek” istediği için “hain” olmuştu, yaptığı her harekette, söylediği her sözde, attığı her adımda onun “hainliğini” kanıtlayan yeni izler bulmak için peşine düşmüşlerdi.

O, geri dönüşü olmayan bir yola itildiğini görüyor, öfkesinden o yolda daha hızlı koşuyordu.

Her seferinde biraz daha hızlı, biraz daha hızlı.

Her seferinde doğduğu topraklardan biraz daha kopartıldığını hissederek.

Her seferinde biraz daha yaralı ve biraz daha yalnız.

Öfkeli konuşmalar ve şarkıların ardından yağmurları bile yabancı sokaklarda yaşanan hüzünlü yürüyüşler geliyordu.

Evini özlüyordu.

Memleketini özlüyordu.

Özlediği yerlere dönemeyeceğini anlıyordu.

Acıyla anlıyordu bunu.

Kırk yaşını daha yeni aşmıştı ve “içkisini bile sevmediği” bir diyarda hoşlanmadığı bir hayat kurmaya mahkum edilmişti.

“Evimi özledim” diyordu, “balkonumda bacağı kırık mangalımı yakıp dostlarımla rakı içmeyi özledim.”

Ama ona evine dönmek yasaktı.

“Kürtçe şarkı söylemek istiyorum” demişti çünkü.

Sonra o dönüş yolunu biraz daha kesecek duraklarda aramıştı sevgiyi, öfkeyle aramıştı.

Biraz daha güçlü, biraz daha kendine güvenen bir toplumun çocuğu olsaydı, onun o sert konuşmalarında, yumruğunu havaya kaldırarak söylediği şarkılarda açıkça hissedilen o çocuksu yalnızlığı ve kızgınlığı o toplum görür ve onu yeniden koynuna alırdı.

Ama onun içinde doğduğu toplum o kadar güvenli ve güçlü değildi.

Kelimelerden ve şarkılardan korkan insanların yaşadığı topraklarda doğmuştu.

O insanlara şarkılar, acılar, sevinçler bağışlamıştı ama o insanlar şimdi onu affetmiyordu.

O, “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” demişti.

Ve, sürgünlere gönderilmişti.

Ülkesinin yöneticileri onu hain ilan ederken, o da kendisini bir zamanlar sevmiş olanların, dinleyicilerinin, dostlarının, toprakdaşlarının ihanetine uğradığını düşünüyordu herhalde.

Gidip politik toplantılara katılıyordu.

Yumruğunu havaya kaldırarak şarkılar söylüyordu.

Her sözüyle dönüş yolunu biraz daha kestiği halde, öfkesine sahip olamıyordu.

O bir şarkıcıydı.

Çocuksuydu.

Öfkeliydi.

Yaralıydı.

Ve, hayatının son döneminde yağmurlarını tanımadığı şehirlerde yalnızdı.

Dilini bilmediği bir şehirde, karısının ve kızının kolları arasında öldü.

Çabucak öldü.

Bir çocuk gibi öldü.

Daha önce sürgünde ölenler gibi yalnızlığıyla parçalanarak öldü.

Tanımadığı bir ülkenin topraklarına gömüldü.

Kürtçe bir şarkı söylemek istediğini söylediği için terkedilmiş olarak öldü.

Kürtçe bile bilmiyordu.

Artık bacağı kırık mangalını yakamayacak, dostlarıyla rakı içemeyecek, doğduğu toprakları bir daha göremeyecek.

Bir daha şarkı söyleyemeyecek.

Onun Kürtçe şarkı söylemesi gibi bir tehlike kalmadı.

Ah keşke şarkı söyleyebilseydim.

Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.

Yalnızlık üzerine bir şarkı, ölüm üzerine bir şarkı.

“Şarkı söyleyen çocukları sevin” diye bir şarkı.

“Ben öldüğümde kimse memleketimi sevmediğimi söylemesin” diye vasiyet eden birini anlatan bir şarkı.

Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.

Eğer şarkı söylemeyi bilseydim.

O şarkı söylemeyi biliyordu.

Ama benim söyleyemediğim şarkıyı o da söyleyemedi.

Yağmurlarını tanımadığı bir şehirde yalnız, öfkeli ve mahzun öldü.

Söylenmeyen ve söylenmeyi bekleyen bir şarkı kaldı.

Belki bir gün, o şarkı söylendiğinde, belki o da bizi affeder.

AHMET ALTAN (Aktüel Dergisi, 23 Kasım 2000)

Nasıl Nazım’ın şiirleri afişlerdeyse bugün, nasıl Yılmaz Güney filmleri perdelerdeyse, hiç kuşkusuz Ahmet’in söylemek istediği türküler de dillerde olacak çok yakında. O zamana kadar Serdar Ortaç ve korosunu dinleyecek bu vatan.

Ahmet Kaya öldü. Serdar Ortaç ve hezeyan korosu marşına gönül rahatlığıyla devam edebilir. Ahmet Kaya’nın Paris’te öldüğü haberini aldığımda Kudüs’te, onun kliplerindekine benzer bir manzaranın orta yerindeydim. Göğsüm daraldı, yüreğim kanadı birden; onun en güzel türküsünü, “Olmasaydı sonumuz böyle”yi söylemek geçti içimden, bağıra çağıra…

Ardından öfke bastırdı.

“Kürtçe kaset yapacağım” dediği için linç edildiği o magazin gecesini anımsadım: Serdar Ortaç’ın “Bu vatan bizim” fırsatçılığıyla sahneye fırlayıp başlattığı milliyetçi hezeyan eşliğinde marş söyleyen fanatik koroyu düşündüm.

O koro Malatya’da 7 kişiyle 35 metrekare bir evde büyümenin ne demek olduğunu bilir miydi ki? O “kıro”larla hiç tanışmış mıydı?

15 yaşında ilk kez denizi gördüğü kente daha bavullarını indirirken “Bakın kırolar geldi” sataşmasına muhatap olmanın yarattığı tahribattan haberdar mıydı? O “kıro”larla hiç tanışmış mıydı?

Gündelik hayatlarında bir dilsiz gibi yaşayanların bağlamalarını niye “at teper gibi” öfkeyle, hırsla, hınçla çaldıklarını, türkülerinde niye hep acılardan, isyanlardan söz ettiklerini bir an olsun düşünmüş müydü?

“Saçlarına yıldız düşmüş” anaları, “tabancasını helada unutan,” gençliğini mahpusta tüketen, dağa çıkan, silaha sarılan oğulları, kızları bilir miydi?

Ahmet Kaya o tarumar kuşağın sesiydi.

* * *

Aynalar belgeselinin çekimlerinden bir sahne gözümün önünden gitmiyor.

İstanbul’a ilk geldiği yıllarda yaya olarak eve döndüğü bir gece bir düğün salonunun önünden geçerken içeri dalışını anlatmıştı. İçerde hiç tanımadığı insanlar bağıra çağıra göbek atıyorlardı. Kendisi beş parasız, işsiz, aç ve sefildi. “Attım kendimi insanların ortasına…” demişti, “Nasıl oynuyorum biliyor musun… Göbekler atıyorum, düz dönüyorum, ters dönüyorum…”

Devam edememiş, gözyaşına boğulmuştu.

Pek az adam çözebilmişti bu sahnede neyin gözyaşartıcı olduğunu…

O, içimizdeki arabesk damarı bulup çıkaran adamdı.

* * *

Türkiye solu “başka bir tür üst yapı” kurabilmek için epey uğraşmış, ancak 12 Eylül bozgunundan sonra eski sloganlarını onun arabesk yüklü nağmelerinde bulunca dört elle sarılmıştı. Herkes susarken konuşacak kadar cesur, 1985’teki ilk albümüne, -devrimci şarkıları “dengelemek” için- bir de Mehmet Akif şiiri koyacak kadar korkaktı. Ütopyaların çürümüşlüğünden örgütsüzlüğün yalnızlığına, yenilmişliğin çaresizliğinden umudun diriliğine kadar herşey vardı türkülerinde… Yorgun, yiğit, yılgın, ürkek, delikanlı, tutarsız, serseri, öfkeli, kanlı canlı, deli dolu, kısacası benzersizdi.

Ne sağa ne sola yaranabildi; ama hem sağda hem solda dinlendi.

Kendisine “Biz burdayız gitmeyiz / ülkemizi bekleriz” diye sataşanlara yazdığı şarkıda şöyle diyordu:

“Dövülmüşüm, sövülmüşüm, kovulmuşum ben/

S.ktir çekilmişim yani/ kendi öz yurdumdan çeker giderim”

Çekip gitti, ama ayrılığa yüreği dayanmadı.

* * *

O fanatik hezeyan korosu, zerrece iplemediği marşlar söyleye söyleye, sürgünde bir muhalifler mezarlığı kurdu sonunda…

Lakin bilmeliyiz ki; o mezarlıkta Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e ve Ahmet Kaya’ya kadar öz yurdundan kovulanlar için kazılan her mezar, bu ülkeyi biraz daha kurutup çölleştiriyor.

Çünkü oradaki her mezar taşı, buradaki hoşgörüsüzlüğün alameti…

Gurbete sürülenler, uzağa gömülenler, ancak bu ülke farklı seslere tahammülü öğrenince dönebilecekler.

Nasıl Nazım’ın şiirleri afişlerdeyse bugün, nasıl Yılmaz Güney filmleri perdelerdeyse, hiç kuşkusuz Ahmet’in söylemek istediği türküler de dillerde olacak çok yakında.

O zamana kadar Serdar Ortaç ve korosunu dinleyecek bu vatan.

O koroyu alkışlayanlardansanız, yakınıp durmayın o zaman!..

CAN DÜNDAR (Aktüel Dergisi)

Tabaklar çatallar havada uçuşuyor. Smokinli bir takım erkeklerle tuvaletli bir takım kadınlar (ki onlara sanatçı deniyor) ayağa fırlamış, isterik bir şekilde bağırıyor küfrediyorlar. Tüm bu isyan, bir masada oturmuş, şaşkın bir şekilde çevresine bakan bıyıklı, esmer bir adama. Polisler, korumalar bu olası linç olayını engellemeye çalışıyor. Masaya bardaklar, çatallar atılıyor. Televizyon haberlerinde izliyorum. Olay ülkemizin en mümtaz ödül törenlerinden biri olan Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde yaşanıyor.

Hani bir nevi Oscar ödülü bu. Çevresine tedirgin bakan adamın adı Ahmet Kaya. Biraz önce sahneye çıkmış aldığı ödülün ardından kısa bir konuşma yapmış sonra gelmiş yuhalar küfürler. Peki mikrofonda ne demiş Ahmet Kaya? ‘Ben bu ödülü ‘İnsan Hakları Derneği’ne, ‘Cumartesi Anneleri’ne ve magazin gazeteciliğine emek vermiş arkadaşlarım adına alıyorum.’ İşin içine ‘insan hakları’, ‘Cumartesi Anneleri’, ’emek’ filan girdi ya, salon hafiften kıllanmaya başlıyor, sonra Kaya’nın can alıcı cümlesi geliyor: ‘Kürtçe bir şarkı ve klip yapıyorum’ diyor. ‘Bu ülkede bunları yayımlayacak yürekli insanlar olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa Türk halkına hesap vereceklerini de biliyorum.’ İşte bu cümleden sonra salon birbirine giriyor. Bağırışlar çağırışlar, küfürler, çatal, kaşık fırlatmalar.

(…) Ahmet Kaya masada şaşkın bir şekilde TV kameralarına derdini şu cümlelerle anlatmaya çalışıyor: ‘Yıllarca Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savundum, ama Kürt realitesini kimse inkâr edemez, sadece bunu söyledim’.

Ama salondakilerin isterik çığlıkları bitmiyor. ‘Cehenneme git. Kürt diye bir şey yok…’ Herkes ayaklanmış. Polisler geliyor, Ahmet Kaya’yı otelin arka kapısından apar topar kaçırıyorlar. O anda Serdar Ortaç çıkıyor sahneye ve popülizmin en müthiş örneklerinden birini vererek ‘Bu dünyada kimse sultan değil, Atatürk’ün yanındayız ve bu vatan bizim’ diyor sonra ‘Onuncu Yıl Marşı’nı söylemeye başlıyor. Ve beklenen gerçekleşiyor Reha Muhtar çıkıyor sahneye ‘birlik ve bütünlüğümüz’ adına herkesi ‘Memleketim’ şarkısını söylemek için sahneye çağırıyor. Böylece ‘iç barışımız’ sağlanmış oluyor ve salondakiler ‘Memleketim’ şarkısı eşliğinde ‘Türküz, Türküz’ diye tempo tutuyor. Ayıptır ayıp. Sanatçı dediğin zaten aykırı bir sestir, aykırı bir nefestir. Ahmet Kaya sanatçı mıdır değil midir? Ben bilemem ama dar kafalı düzenin suyunda giden, küçük çıkarlar uğruna kitleleri peşine takmak isteyen insanlara sanatçı denmeyeceğini öğrenecek kadar yaşlandım galiba…”

Bu satırları, yine bu sayfada 15 Şubat 1999 Pazartesi günü yazmışım. Ahmet Kaya’nın idam kararını veren işte o gece orada yaşananlardı. Bir insanın yaşamı, o gece, oracıkta söylediği üç beş cümle ile allak bullak oldu. Türkiye’nin en sevilen sesi, en sevilen şarkıcısı, ülkenin en büyük haini oldu. Peki ne yapmıştı Ahmet?.. Hürriyet’te Muammer Elveren ile yaptığı son röportajında bunu anlatmış. “Bana, o gece, ‘Sünnetsiz, Ermeni hayvanı, Kürt diye bir şey yoktur bu ülkede’ diye haykıran birkaç densiz yüzünden bu hale geldim” demiş… Aynı görüntüleri geçen akşam televizyonda yeniden izledim ve yüreğim burkuldu. O nasıl hayvanca bir saldırıydı.

Politik görüşü ne olursa olsun o güzelim şarkıları mahkûm etmeye, onu gurbet ellerde öldürmeye kimin hakkı vardı? Bu konuda iki ayrı dünyanın insanı, iki farklı sesin yazılarından birkaç satır alıntı yapmak istiyorum. İkisi de Ahmet Kaya’nın ölümü üzerine yazmışlar. İlki Akşam gazetesinde Kenan Işık. Şöyle yazmış: “Öfkenin ve protestonun bizzat kendisi olan Ahmet Kaya, bir yanı öbür yanı ile döğüşürken mecali kalmamış, tükenmiş ve sol yanı sağ yanına yenik düşmüş. Yüreği genç yaşta duruvermiş. (…) Nâzım da gurbette ölmüştü. Karısı Vera’dan işitmiştim. Dış kapıyı açmak üzereyken yığılmış kalmış eşiğe. Tam kapıyı açacakken durmuş yüreği, kalakalmış oracıkta. Gurbette… Vatan hasreti çekerken.”

Kenan ışık beni affetsin. O güzel yazısından sadece birkaç cümle aktarabildiğim için. Bir başka ‘cepheden’ Zaman gazetesi Yazarı Eyüp Can’dan da özür diliyorum. Onun yazısından da sadece şu birkaç satırı buraya alabilecek kadar yerim var. Şöyle yazıyor Eyüp Can “Sevgili Ahmet Kaya, ülken tahammülsüz, mizacın hırçın olduğu için kavgan da isyankar şarkıların gibi hiç bitmedi. (…) Vakit tamam toprağa karışacaksın. Seni gıyabında tutuklayan ülkene, umut edilir ki, toprağınla barışık dönersin. Cenazeni siyasi şova dönüştürmek isteyenlere de, yasaklarla gölgeleyenlere de sessiz tebessümünle cevap vereceksin. Üzülmeyesin artık onun huzurundasın.”

Ahmet Kaya hiçbir zaman yorgun bir demokrat olmadı. Yorgun demokratlar, onun hakkında hiçbir yasal yasak olmadan, adını bile anmaktan korkan bizleriz. Yorgun, şaşkın, korkak sözde demokratlar. Ölümünden sonra kaleme sarılan korkaklar. Gerçek demokratlar bizi affetsin.

Arda Uskan (Radikal, 20 Kasım 2000)

Eski defterlerden birini açtım ve yeniden Paris’e döndüm.. 1999 Kasım’ına.. Paris, “kara bir kış”a hazırlanıyordu.. Ve o “son röportaj” yapılıyordu…. “Kalp krizi” geçirilen Paris evinde.. TelefonlarIm dün susmadı.. Farklı gazete ve kanallardan arkadaşlar ayrıntı arıyordu doğal olarak.. Hayatın tecellisi bu ya, Ahmet Kaya ile “son röportaj”ı yapmıştım. (Ve belki de “medya”dan, onu son gören biri bendim).. İnsan böyle durumlarda tuhaf oluyor.. Ne demeliyim diye kendi kendime sordum hep.. Fırtına, Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” diye başlamıştı.. Sonra ardı arkası kesilmedi… Çatal bıçaklara, öfke dolu hatta bazen abartılı, hamasi manşetler eklendi, kara kaplı defterler açıldı, davalar peşisıra geldi, Ahmet Kaya’yı artık kimse kurtaramazdı! O da biliyordu bunu ve Paris’i mesken eyledi… Ey, hayat.. Dinle.. Ahmet Kaya’nın Paris’te, kalp krizi geçirerek yaşamını kaybettiği saatlerde; bu ülkenin “merkez sağ” partisi ANAP’ın lideri Mesut Yılmaz, Kürtçe Tv’den, Kürtçe eğitimden sözediyordu.. İşte bu karmakarışık haleti ruhiye içinde.. Ben Nebil Özgentürk.. Eski defterlerden birini açtım ve yeniden Paris’e döndüm.. 1999 Kasım’ına.. Paris, “kara bir kış”a hazırlanıyordu.. Ve o “son röportaj” yapılıyordu…. “Kalp krizi” geçirilen Paris evinde.. Çok sıkıntılı, kalbinin sıkıntısı sesine yansıyan ve her üç cümleden birinde “dönmek istiyorum”, lincin bitmesini bekliyorum” diyen bir müzik adamının evinde.. Saatlerce, günlerce… O kadar çok konuşulmuştu ki.. Anlatılanların tümü aktarılamamış, bir kısmı “bir başka bahar”a kalmıştı.. Ve yine hayat bu ki, “anlatıcı”nın yitip gitmesinden 48 saat sonraya denk düştü! * Neden Türkiye’yi terkettiniz? “Ben bu “yurtdışına kaçtı” sözünden çok rahatsız oluyorum. Bu kaçışlar biz de ünlüdür, herkes soluğu Amerika’da alıyor. Ben neden kaçayım? Kürtçe bir şarkı söyleme talebinden dolayı bir adam ülkesinden kaçacak duruma getirilmiş bile olsa, bunu o ülke çok düşünmeli ve çok konuşmalıdır. Bu o adamın kaçışından daha önemlidir çünkü. Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, bir yeri bölmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım. Sadece düşündüklerimi söyledim..” * Burada (Avrupa’da) olmaktan mutlu olduğunuzu söyleyemeyiz galiba.. “Tabii ki değilim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’da evimin balkonunda bir ayağı kırık bir mangalın başında olmayı, ya da isimlerini bilemediğim bir avuç şarabı içmek yerine kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim. Ya da Boğaz’a inerek köfte ekmek yemek.. Ve ardından cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi…. Devamında da eve her zamanki gibi sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim.. Hatta şakalaştığım polislere şunu söylerdim; Hakkımda çıkarılan söylentilere inanmayın!” * Avrupa’daki ilk günleriniz nasıl geçti, müzik çalışmalarınız oldu mu? “Avrupa’da ilk gün ile son gün farkı yok. Burada kendimi konuk olarak hissetmediğim andan itibaren bazı heyecanlarımın biteceğini düşünüyorum. İnsanın doğasında olan “aitlik” duygusunu yenmesi çok zordur. Buranın yağmurlarıyla ıslanırken yeni şarkılar da yaptım, yeni şiirler de yazdım. Kendimi iyi hissediyorum. Ahmet Kaya’nın kalbi ve beyni ve emeği ve varoluş biçimi hedeflenerek fırlatılan oklardan kendimi korumaya çalışıyorum. Her zamanki gibi kendimi Açık ve Aydınlık hissediyorum. Benim yokluğumda halkın kafasında nasıl bir Ahmet Kaya yarattılar bilmiyorum ama şunun bilinmesini istiyorum ki, o ben değilim.” * Ailenizle görüşebildiniz mi? “Arasıra görüşüyorum, genellikle telefonla tabii. Çocuklar TV’de izlediklerinde bildikleri baba dışında haksızca suçlanan bir baba görüyorlar. Onlar bile bunu biliyorlar ki hiçbir şarkıcı şarkılarıyla bir ülkeyi bölmez, bölemez. Şarkılar birleştirir, asla bölmez.” * Neden onlar yanınızda kalmıyorlar? “Onlar orada kalmak zorundalar, eğitim vs. Ama eğitimlerini kendi ülkelerinde tamamlamalarını istiyorum. Ayrıca yakında döneceğim.” * Gündelik hayat nasıl geçiyor? “Sürekli şiir yazıyor ve beste üretiyorum. Sıklıkla da Paris’in dışında bir göle gidip düşünüyorum. Bazen de sıkıldığımda “Armene” adı verilen kenarı zincirli def benzeri bir sazı alıp Paris’in dışında bir tarlada saatlerce çalıyorum ve çok mutlu oluyorum.” *Dostluklar nasıl gidiyor Avrupa’da? “Yalnızlık iradi bir tercihim değil. Ama şimdilik çaresi yok, ne yapayım!” * Özlüyor musunuz konserleri, memleketi, Türkiye’deki dostlarınızı? “Türkiye’deki dostlarımı özlüyorum ama, yapamadığım yasaklanan konserlerimi nasıl özleyeyim?” * Hatalarınız olduğunu düşünüyor musunuz? “Hatalarım oldu. Kendimi yeterince ifade edemediğimi defalarca kez anlattım. Ama ben anlattım ve sadece ben dinledim. Üslupta bir yanlışlık yapmış olabilirim. Kendi mizacımdan kaynaklanan bir durum. Mizacım ise, çabuk sinirlenip çabuk yatışmak.” * Korkuyor musunuz? “Hayır korkmuyorum. Çünkü doğru şeyler yaptığımı düşünüyorum. Bir de her zaman söylediğim bir söz var. Arka cebimde kefenimi saklıyorum. Meraklısına duyurulur.” * Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz? Türkiye’ye gelecek misiniz? “Ben Türkiye’den çıkmadım ki zaten. Ben zaten o ülkedeyim ve kolay kolay da bir ülkeye gitme niyetinde de değilim. Sadece bu “Özel Linç Programı”nın finalini bekliyorum.” * Bir örgüt ya da kişi icin beste yaptınız mı? Yapıyor musunuz? “Ben bugüne kadar yalnızca annem, çocuklarım ve eşim için şarkı yaptım. Bunun dışında her hangi bir partiye, kuruma, kuruluşa ya da parti liderine şarkı yapmadım. Annem için yaptım, çünkü bütün anneler vardı gözlerimde. Çocuklarım için yaptım, ülkenin çocukları vardı, şarkıları vardı. Eşim için yaptım, bizim insanlarımızın sevdaları ve kavgaları vardı içinde. Çünkü ailem o ülkenin parçası. * Bunca zaman buralardasınız. Ekonomik sıkıntı söz konusu oluyor mu? “Geçinebiliyorum diyeyim.” * Üslubunuzda bir fark var galiba… Buradayken sizinle yapılan söyleşilerde de, konserlerde de, günlük konuşmalarda da hep farklı olma çabası içinde mi bulundunuz? “Deyim yerindeyse, kimseye benzemem, benzetilmem. “Ortalama” değilimdir. Uyumsuz ve hoşnutsuz biriyimdir. Aptal olmadığım ve dünyanın farkında olduğum için mutsuzumdur. Çelişkilerim vardır ve süreklidir. Hep daha iyi bir dünya arayışı içerisinde olduğum için, kurulu-mevcut düzene hep muhalifimdir. Bu farklılıklar yığınla, itiraf ediyorum.” * Türkiye’den haberler alıyor musunuz? Mesela deprem sizi veya ailenizi etkiledi mi? Türkiye’de yaşanan kimi gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? “Ben Türkiye’den başka yerden haber almıyorum zaten. Gözüm, kulağım, yüreğim orada. Yapamadığım şeyler var. İçimi acıtan şeyler. Bacım ve yeğenim Çınarcık’ta taşlar altında kalıp can verdiler. Gidip üzerlerinden bir taş parçası kaldıramadım. On binlerce depremde can veren insanın acısı içinde erittim acımı da hasretimi de özlemlerimi de. İnsanlara sabır dilerim. Başsağlığı. Orada olup da acılarını paylaşamadığım için hepsinden özür diliyorum. Türkiye’de aydınlara yönelik saldırıları da nefretle kınıyorum. Giderek çoğalıyor, azalmıyor. Onlara kıymak gelecekteki kurmak istediğimiz bağımsız demokratik bir Cumhuriyet’in temelini yıkmaktır.” * Türkiye’den uzak geçirdiğiniz günleri nasıl özetliyorsunuz.. “Giderim buralardan / Giderim bir gece vakti / Umurunda olmaz umurunda olmaz bilirim… / Ya beni sararsa memleket hasreti!.. / Bağırsan duyamam ki / İstanbul’da değilim ki / Çağırsan gelemem ki / Varna’da değilim ki / Uzaklardayım uzaklardayım ben bende değilim ki / Ya beni sararsa memleket hasreti” * Ya Paris… “Ben hiç böyle yalnız kalmadım / Ve hiç bu kadar yağmurlara sığınmadım / Yoksa bu ömrüm hep Paris’te mi geçecek / Akşamlar hep böyle yağmurla mı bitecek / Sürgünde aylarım / Masum yalanlarım / Dostum gözyaşlarımdır…” * İçinde olduğunuz durumu, kendini özdeşleştirdiğin bir şiir var mı? “Benim ile lokma yiyip içenler / Gölgemin altında konup göçenler / Sizi gidi dar günümde kaçanlar / Ben kendi halime yanar ağlarım…

NEBİL ÖZGENTÜRK

(SABAH GAZETESİ 18 Kasım 2000)

Ve son Olrak NuMB der ki; “bu yazılanların tamamını okuduysanız, ama sadece okuduysanız, işin tam içinden bir adam olarak, her soruya Hafif farkıyla cevabım olacaktır. Reha, Hürriyet, Serdar Ortaç, Ertuğrul Özkök söylemleriyle karşıma lütfen çıkmayın… En azından dayanağınız yukarıda yazısı olan gazeteciler kadar çıkar kavgasız olsun…