Bu öykü, serdarsabri’nin kadim zamanlar ve orta asya’dan gelenler kimlerdi yazılarınıa ve o yazıların altındaki yorumlara ek olarak hazırlanmıştır. Bunu okumadan önce, sözkonusu yazıları okumanızı tavsiye ederim.Şimdi efendim; zamanında Glaukos diye bir arkadaş varmış, bu Girit kralının oğlu olarak doğmuş. bir gün, henüz çocukken, eskiden hydromel (şaraptan önceki içki) saklanan bir mağaraya girmiş, ne olduğunu bilmeden içebildiği kadar o çok güzel bulduğu içkiden içmiş ve düşmüş kalmış. Kral babası çıldırmış tabii. hemen ülkenin dört bir yanına haber salmış, en iyi hekimlerin getirilmesini istemiş. Poluidos’u, ülkenin en bilge hekimi olarak kralın karşısına dikmişler. çocuğun cansız bedenini inceledikten sonra Poluidos; bunun bir ölü olduğunu ve ölüleri kendisi dahil hiçbir ölümlünün diriltemeyeceğini konusunda kralı ikna etmeye çalışsa da, sonunda ancak cesedi ve kendisini bir labirente kapattırabilmiş. Ya oradan çocukla beraber çıkabilecekmiş, ya da hiç çıkamayacakmış
Dert içinde cesede bakıp düşünürken, bir yılanın cesede yaklaştığını görmüş. cesede zarar vereceğinden korkarak yılanı öldürüvermiş. neden sonra farketmiş ki, ölü yılanın ağzında bir tutam ökse otu varmış. Buna anlam vermeye çalışırken, “anlamadın salak” der gibilerinden başka bir yılan, gene ağzında bir tutam ökse otuyla çıkagelmiş, Poluidos’un öldürdüğü yılana yaklaşıp ağzındaki otu ona sürtmüş, ve aniden canlanan arkadaşıyla birlikte oradan kaçmışlar. Poluidosta jeton geç de olsa düşmüş. ilk yılanın düşürdüğü ökse otu demetini alıp ölü çocuğun göğsüne sürmüş, ve Glaukos, göğsünde çaprazlamasına mavi-gri renkte bir yara iziyle uyanmış..con1: Bu hikayeyi ilk duyduğumda bana muhteşem gelmesinin sebebi, küçükken dedemin anlattığı bir hikayeye benzerliğiydi. ben kafkasyalıyım, ama ailem karadeniz tarafında yerleşmiştir. Dedemin anlattığı hikayede mavi renkli deniz insanlarından bahsedilir. bunların denizden çıkardıkları bir takım ıvır zıvırla insanları iyi etme güçleri varmış. Ama halk bunlardan pek hazzetmez, ancak son çare olarak (bitarafları yerse) bunları çağırıp medet dilerlermiş; netekim kumandanları çok tehlikeli bir büyücüymüş
Glaukos bu olayı hatırlamadan büyümüş, serpilmiş. Bir gün daha önce gitmediği bir yerde balık avlarken, kıyıda daha önce görmediği bir bitki gözüne çarpmış. ne olduğuna bakmak için kıyıya çıkmış, elindeki balık ağını yere bıraktığında bir de ne görsün; ölü balıklar canlanmış. Bundan sonrasını tahmin edebilirsiniz. o otlardan bir tutam koparmış, yemiş ve sonra denizin dayanılmaz çağrısına daha fazla kulaklarını tıkayamamış ve bir daha karaya çıkmamak üzere kendini sulara bırakmış. Suda çeşitli “deniz büyükleri” etrafını sarmış, sirenler buna bir arındırma şarkısı söylemşler ve sakalı yeşile, teni maviye dönmüş. O günden sonra da yarı-tanrı kıvamında denizlerde takılmış.Bir gün, Nêreidlerin en güzeli olan Skulla(Sicilya)’yı görmüş; deniz kenarında bir tatlı sı havuzunda yıkanırken ve aşık olmuş. Skulla’ya kendisiyle beraber denize gelmesini teklif etmiş, ama kadın işte; “sen benim yanıma gelemiyosan yeterince güçlü değilsin demektir, bı bı bı bı” falan diyerek bunu çileden çıkarmış ve elbiselerini giyerek oradan kaçmış. Genç oğlan tabii, Glaukos gurur yapmış ve atlayıp Kirk ‘ye gitmiş. demiş “noolur bana bi büyü öğret, ya da bi iksir hazırla, karaya çıkabileyim”. (Kirke müthiş bişidir yaa ben kendisine hayranım bu arada) Kirke zaten bizim delikanlıya uzun zamandan beri ayarmış, ve bu isteği karşısında Glaukos’a 150 bin dolar istemiş muamelesi yapmış 😀 Glaukos çaresiz kabul etmiş ve o gece yaşlı cadıdan (yaşlı ama göstermiyo yaşını tabii Kirke) karaya çıkmak için işine yarayacak yollar dahil “bir çok şey” öğrenmiş.Hal böyle iken, Glaukos’un Skulla için bunu istediğini ve kendisini başka bir kadınla birlikte olmak için bir nev-i kendisini kullandığını duyunca bu kez Kirke çıldırmış ve Skullayı değişik bir şeye dönüştürmüş. Zavallı Skulla bir kayanın üzerinden denizcilere güzel torsosunu gösterir ve tuzağına düşenlerle kadınlığının olması gerektiği yerdeki 2 aç köpek başını besler olmuş.con2: Karadenizde “kadının gömünde it ürür” diye bir laf vardır… (tabii daha kaba bir kelimeyi tercih edenler de duydum).
Kirke, Skulla ortadan kalkınca Glaukos’un aşkını kazanacağını sanırken, Glaukos’un üzüntüyle okyanusun derinlklerini kaçışını seyretmek zorunda kalmış.Bundan sonrasında bizim Glaukos bayağı bir takılıyo etrafta, ama bu sefer insan kılığında, Iasôn (Jason) adında. Argos denilen gemiyi de inşa edenin kendisi olduğu söylenir, Colchis’den altın postu geri alma görevinde Turrhênoi (Etruscans) ile (burada Turrhlerle diye çevirirsem yanlış olmaz) den suya atlayarak kaçabilen tek argonotolduğu da anlatılanlar arasında.con3: Eski yunancada “ênoi” bir takıdır. bizim dilimize “giller” olarak çevirilebilinir. Bu bağlamda Turrhênoi = Turrhgiller olmuş oluyor. Bu isim bana biraz tanıdık geliyor, ama sadece bir tesadüf de olabilir tabii.
con3b: burada, altın post u ararlarken kadıköyden ve karadenizden nasıl geçtikleri anlatılıyor.Bir macerasında Glaukos, mısırlılara etiyopyalıları yenmelerinde yardım eder. ödül olarak da kendisine kralın kızı; Skotia (darkness) önerilir. Evlenirler, ve kayınpederi kafayı yiyip yeni bir din uydurana, ve bu yüzden de ruhban sınıfı tarafından mısır’dan sürülene dek orada yaşarlar.con4: eski mısır’da tek bir dönemde böyle bir şey olur; o da Akhenatendöneminde. Zaten kafayı yediği kendisinin karikatürize büstlerini ve resimlerini yaptırmasından tescilli olan Akhenaten, bütün tanrıları yalanlayıp tek tanrı olduğunu, onun da güneş, yani Athen olduğunu söyler. Bak bak bak… bu sanki biraz aztekleri hatırlatıyor insana; mu acaba?
Bundan sonra Glaukos, eşi Skotia ve kendileriyle gelen büyük bir tebayla önce Gotthia’ya giderler (sonraki Kartaca). Sonra Galicia (ispanya) da bir koloni kurarlar, oradan da Iernê (İrlanda) ya giderler. Burada artık nihayet Glaukos taç giyer ve tebası, kraliçelerinin şerefine “Skotioi” adını alır (Skotioi=The Dark Ones). Skotioi, Kaledonya’ya, İngilterenin kuzeyine gelerek yerleşir ve gene kraliçelernin şerefine burayı Skotia olarak adlandırırlar.Glaukos’un Truva savaşından 2 nesil önce doğduğu, Etruskanlarla savaştığı zamanda da Truva Savaşı’nın gerçekleştiği yazılır. Eğer tahmin edildiği gibi kayınpederi Akhenaten idiyse de; bu 1367-1350 BCE ye rastlar. buna göre dönemi hesaplayabilirsiniz.Bu yazının orijinal kaynakları bu ve buDaha sonra, bu olay artık yunan mitolojisinden çıkar ve kelt mitolojisine girmeye başlar. Belki de Kelt mitolojisini oluşturmaya başlar desek daha doğru. buyrunuzKeltlerin druid kültüründe, mavi renk yeniden doğuşu, ya da öbür dünyayı temsil eder. Keltlerin kendilerini savaşa giderken maviye boyanmalarının sebebi budur. Anadoluda da çinilerin ortaya çıkışı ve yaygın olarak kullanılmaları (ki ekseriyetle mavi tercih edilir) 14. yy ve 17 yy arasındadır. hatta çini desenlerindeki gridlerin iskoçların klansal tartan-rug (şu ekose kumaşları) larına gösterdiği inanılmaz benzerlik beni benden almakta. Bir de;Bu çini desenleriylebunları bir kıyaslayın.Bunun dışında, keltlerin ağaç burçlarını bilmeyen yoktur sanırım (site süper bu arada çok eğleneceksiniz). Bunun dışında bir de iskandinavların YGDRASSIL‘i vardır. bir de buna bakınız.Bu örnekler çoğaltılabilinir. Şimdi bir daha düşünelim; acaba biryerlerden mi geldik? biryerlere mi gittik? İnanılmaz kondüsyonlarıyla eski insanlar mı, yoksa uzun dilleriyle edebiyatçılar, ozanlar mı kıtaları aştı? birbirleriyle savaşan azimli ordular mıydı? yoksa yaşlı bilgelerin yarattığı kahramanlar mı? Açlık mıydı insanları uzun yollara düşüren? yoksa uzaklarda düşledikleri güzellikler mi?Ben hep düşünüyorum; “herşey bir hücreyle mi başladı yoksa bir harfle mi?” diye. Siz ne dersiniz?
yorumlar
bence bir hücreyle başlayan insan…ama insanla beraber arayışlar, beklentiler, hayaller, hayalkırıklıkları, bulmak, kaybetmek, peşinden gitmek, yollara düşmek…vb kocamaaan bir alfabe başladı.
bu arada çok keyifliydi hikaye, çok iyi geldi, çikolata kadar en az:)))
becerememişim sanırım, kelt batiklariyle kıyaslayın dediğim çini örnekleri bunlardı
ve sevgili strawberry75; beğendiğinize sevindim, çok teşekkür ederim. çikolatalar bittiği zaman söyleyin gene gönderirim 🙂
aldım, kabul ettim. allah razı olsun
eyvallah, rica ederim. umarım dediğim gibi en azından mısır köprüsüne bi kaç taş koyabilmişimdir.
yazi cok guzeldi serdasabri’nin yazilari ile birlikte cok sey ogrendigimi itiraf etmeliyim. ozelikle evrim – akilli tasarim karmasasinin ortasinda oldugumuz gunlerde. bu arada gectgimiz haftasonu cnbce deki southpark’ta evrim uzerine yazilmis eglenceli bolumler vardi. euqon usta okumustur gerci konuya ilgi duyan diger arkadaslara hemen hemen paralel olaylari anlatan burak eldem’ in Fraternis ve umberto eco’ nun foucault sarkaci kitabini tavsiye ederim. simdi aklima geldi de foucault sarkaci’ ni hic okumamis olup ilk kez okuyor gibi bastan okumayi ne kadar cok istiyormusum. aynisi lost izlerken de olmustu bana…
evet okudum ordoabchao. ama her okuduğum şey beni sanki daha da uzaklaştırıyor gerçeklerden. Çok fazla varyasyon, çok fazla ihtimal var. üstüne üstlük, fiziksel bulgularla etnolojik buldular her zaman örtüşmüyor, hatta taban tabana zıt oluyor. ama her şeye rağmen bin yıllar önce yaşamış birinin kemiklerine ya da yaptığı bir şeye o kadar zaman sonra dokunmak insana tuhaf bir haz veriyor. Ben artık işin sadece o kısmındayım.bir yansıma daha geldi aklıma, onu da ekliyeyim hikayeye;Eski yunanda “The Boatman of The Styx” diye bir inanış vardır. İnanışa göre Styx nehrinin arşı kıyısındaki ölüler dünyasına geçmek için bir sandalcıdan (bazı kaynaklarda bu bir salcıdır) yardım almak gerekir. Bunun karşılığında da ona altın verilmelidir, yoksa karşıya geçilemez ve ruh öylece dolanır durur. Bu yüzden eski yunanlılar ölülerinin ağızlarına altın birer sikke koyarlardı (Troy filminde gözlerine koydukları gösterilir, aynı muhabbet). Buna karşılık bizim “imamın kayığına binmek” diye bir lafımız vardır, vefat etmek anlamında kullanılır. Ne alakadır bilinmez. Bizim imamların ne kayıkla, ne nehirle işi olur oysa ki…