Çevre dostu bir yeşil otobüse bindiğim anda, aslında, “lütfen cep telefonlarınızı kapatınız” diyen ibareye bakarak, Mehmet Ali Alabora’nın (nam-ı diğer Memoli) evvelsi hafta bir Pazar ekinde çıkan röportajında söylediklerini geçirdim içimden, “cep telefonu kullanmam” diyordu Alabora, “çünkü cep telefonu kendine olan yabancılaşmanın doruk noktasıdır. Karşınızdaki insan sizi en fazla ne kadar dinler? Cep telefonu çalıncaya kadar.” “Çok güzel bir tavır” diye de geçirdim içimden ve yakın zamanda şöhreti kat be kat artacak olan, şimdilik yarı-meşhur yazar “hocam”ın söylediği gibi, “benim yapamayacağım kadar güzel bir tavır.”Aslında düşündüğüm buydu ama sonra ben deniz manzarasına daldım. Öyle ki, her gün üzerinden geçtiğim köprüden her seferinde ilk kez geçtiğim zamanki tadı almak için bütün telekomünikasyondan sıyrıldım bir an. Sonra o şahane ağaçlı yolda indim, sabah sabah daha afyonum patlamamış bir halde yürüdüm, burnuma polenler kaçıncaya, alerjik gözlerimden yaşlar fışkırıncaya, alerjik boğazım kaşınıp kızarıncaya ve ben alerjime küfredinceye kadar yürüdüm yürüdüm… Dersten sonra dayanamadım gene yürüyesim geldi. Çıktık, en yakın okul arkadaşımın da katkılarıyla, “güzel ikili” gibi düştük yollara.İstanbul’un en güzel caddelerinden birinde, nadir temiz köşelerinden birinde yürüdük yürüdük.. En son gönül macerasını yaşadığım, her köşesinde eskilerden bir anının çıkıp “nı ha ha ha” diye Suzan Avcı-Erol Taş karması bi gülüşle canımı acıttığı caddelerdi de bunlar aynı zamanda ve anlattım da anlattım: “Valla benim maksadım buraların anlamını boşaltmak, hani her geçtiğimde kalbimi karmasın diye yapıyorum, aklımdan buralara adanmış şarkılar geçtikçe de iyi oluyo, maksat yeni manalar yaratmak, bir çeşit, tüketme biçimi, b.kunu çıkarmak yani” dedim, “işe yarıyo hakikaten.”Sonra fark ettim ki, “bak biz şu kafede oturup güldüydük, şu yolda bana açıldıydı, şu parkta çay içtiydik, şu yolda birlikte yürüdüydük, şuradan sigara alıp sonra şu istikamette manzara seyrettiydik..” diye alıp başımı konuşuyorum.. Hemen geyiğine girdim, “şorasııııı baş başa kaldığımız yeeeer, burasıııı söyleyip güldüğümüz yeeeeer, şoraaaası göz göze geldiğimiz yeeerrr!” Maksat içimde çalan şarkıyı durdurmaktı, “…ne gemiler yaktın.. ne gemiler yaktın..” diyordu san’atçı şarkısında..!Sonra Allah’tan arkadaşım geyiği harladı, “buralara sık sııııık gelişin ondaaaan…mı lan?”“Yok valla diil!” dedim, toparlandım.Bi an Gürgen Ergen gibi (bu kavramı yazın dünyasına kazandıran, hayranı olduğum Cenk ilaa Erdem beylere sevgiler sunarak) “ben zaten sade ve sadece geçiyordum buralardan” diyesim geldi ve fakat hadise hiç yoktan Televoleye varmasın, her lafa bi şarkı uydurmayalım deyu sustum o an.Sonra kafamı oyalamak istedim, “aaah ahh eskiden ne geyik ama ne güzel diziler vardı, evimiz holivud vardı mesela, kimin eli kimin cebinde belli değildi, ki ben en çok Rey’i severdim orda; sonra dawsons creek de geyik gibiydi ama izlenesiydi, bi aralar ally mcbeal+ joey potter kırması dönemlerimiz de olmadı değil, aslında mavi ay’ı verseler de izlesek..” gibi peş peşe kurulduğunda kamikazeye binmiş hissi veren cümlelerden kurdum, “İstanbul’u hasta gibi her açıdan izlesek ya?” dedim, “şu eski Kentbank’ın tepesinden bakmak da lazım” dedim, “ama kim çıkıcak o kadar katı şimdi? Asansöre in-bin de bi yere kadar be abi, üşenirim ben! Eee biz asansöre binene kadar Kentbank da yalan oldu tabii!” dedim, çayımı içtim…Arkadaşım ise, durdu, düşündü düşündü, bütün bu iç hesaplaşma örtüsü geyik silsilesinin sonunda “Rey kimdi lan?” dedi…Velhasıl-ı kelam, bir kere daha uzun ve meşakkatli bir meseleye parmak basıldı bugün de.