Bir Eylül sabahı hala hayatta olmak, başımın üzerinde devamlı bir buhar bulutuyla dolaşmak, yaz sıcağının tuzlu nemini su toplamış gibi şişen derimin üzerinden söküp atamamak, hala yaz tatilini düşünmek, tüm olanları; zaten çok kötüydü ve yeni bir yıla başlamak için çok geç kalmıştım. Hayatımın sonuna kadar o sıcaklığın içinde yaşayabilirdim; bütün gece uyuyamadan yatakta dönüp durabilir, bir aşağı bir yukarı devinebilirdim o buhar bulutunun içinde. Her sabah vücudumun üstünde ikinci bir deriyle uyanabilir ve ne kadar fırçalasamda saçlarımın dibinde ki, avuçlarımın içindeki, ensemde ki o bulanık, yapış yapış kirli dokuyu temizleyemeyebilirdim. Ölümün içinden çıkıp gelen o her şeyle yüzleşemeyecek kadar küçüktüm. Bu yağlı sıcaklığa dayanamayacak kadar küçük. Ölümü sıyıran insanlara ne olur biliyor musunuz? Sürekli olarak miğdeleri bulanır. Kimseye dokunamaz olurlar. Tiksinerek, kaskatı, isteksizce devam ederler hayatlarına. Başkalarının soğuk ve nemli dokunuşları içlerini burkar, irkilirler. Kendilerini yağlanmış gibi yapış yapış ve parlak hissederler; şişman, yağlı ve kusurlu pembe bir balon etraflarında şişmeye başlar, şişer, şişer… Balonun içinde oturur ve dizlerini kendilerine çekerler. Ne kadar zayıf ve temiz olsalar da artık umutsuz ve geri dönüşü olmayan bir yol açılmıştır önlerinde. Yemek yiyemezler, kusarlar ve bıkmadan usanmadan temizlerler kendilerini; sabunlar, keseler, tırnaklar, alkol, deterjan, soğuk su ve bir de kan. Kaba derili ölüm katılığının yüzeyine ne kadar derin açılırsa bir yara o kadar çok kan akar, o kadar delinir kaba kir dokusu, kan hiçbir zaman temizlenmeyen derinin üzerine yayılır ve soğuk suyla ne kadar yıkansa da temizlenmeyen o sevimsiz, kaygan tabakayı yumuşatır, dağıtır ve bir kral gibi içinden geçer gider. Kan akıtmak, vücudunu kesmek deliliktir. Ama delilik kendini kesmek değil, kendini keserek içini doldurduğunu düşündüğünüz o boşluğun içindedir. Bir delik değildir bu boşluk, bir tarafınızdan girip diğer tarafınızdan çıkmaz. Çünkü bir delik, ölüm demektir. Boşluğun, düşerek dibe vurabileceğiniz bir sonu vardır. Dibe vurduğunuzda duyamadığınız acıdır, uyuşturulmaktan hissizleşmiş bedeniniz, ne kadar düşseniz, ne kadar hızlı çarpsanız da ölemeyeceğinizi bilmenizdir delilik. Kendi kendinizi kesersiniz, çünkü bunu kendiniz yapmayı, acıyı kendi kendinize yaratmayı seversiniz. Bir şeye sahip olduğunuzu hissedersiniz; kendi acınıza, kendi ölümünüze. Kısa bir süre de olsa durdurmak için onu; tüm hayatınıza hükmeden o tek anı. Ölümü sıyırdığınız ama hala bu kara güneşin yörüngesinin sınırlarında zayıf ve içinde hayat olmayan bir gezegen gibi dönüp durduğunuz sonsuzluğu.O ilk deneyimi tekrar tekrar yaşamanızı olanaklı kılar. Ölümü istediğiniz kadar sıyırabilirsiniz bundan sonra. Çünkü bilirsiniz, o hala yakınlarda bir yerde, etrafınızı saran sıcaklığın içinde saklanır ve saçınızı okşar yavaşça, dudaklarınızı kapatır, sessiz durmanızı söyler. Sizden nefret eder aslında, ve bu nefretle sarmalar bedeninizi, bu sıcaklık asla kurtulmanıza, bir daha düzgün bir şekilde hayata bakmanıza izin vermez. Biliyorum. Çünkü Çağla’nın ölümünün ardından boğucu bir yaz geçti ve hava benim için bir daha soğumadı. Bir daha hiç rüzgar esmedi, hep daha sıcak daha sıcak oldu. Bunun dünyadaki en kötü şey olduğunu düşünüyordum; bu kadar sıcak olmak, canlı canlı yanmak, sinirlerine kadar kavrulmak. Onu o parçalanmış arabanın içinde, başı, açık kapıdan aşağı sarkmış yananrken gördüğümde anlamıştım bu suç ortaklığının asla peşimi bırakmayacağını. Alevler bütün vücudunu sarmalayıp geriye sadece simsiyah yanmış bir kadavra bırakana kadar onu izlemiştim. Etrafında pul pul deri parçalarının alevler içinde uçuştuğu simsiyah ve parlak bir kafa tası, göz boşluklarından sızan dumanların içinde bir ısı bombası. Öylece ters dönmüş, açık kapıdan aşağı sarkmış. Dosdoğru bana bakıyordu, onu kurtarmam için belki. Kurtulmama izin vermeyeceğini söylemek için belki de.