Meryl Streep, Tom Cruise ve Robert Redford’un başrollerini oynadıkları film,Afganistan ve Irak’ta boğazına kadar organik atığabatmış ABD için, üç farklı coğrafyada, birer saatlik periyotlarda paralel akan üç öykü ile bir sistem eleştirisi yapmaya çalışıyor.Janine Roth (Merly Streep), genç ve hırslı bir senatör olan Jasper Irving (Tom Cruise) ile tam bir saat boyunca bire bir röportaj yapma imkanı verilen ve daha kamuoyuna duyurulmamış bir askeri sır olan, ABD’nin yeni Afganistan stratejisini haber yapma fırsatı yakalamış deneyimli bir gazeteci/muhabirdir. Profesör Stephen Malley (Robert Redford), Kaliforniya üniversitesinde çalışan, son dönemde sıra dışı üç öğrenci ile tanışmış siyasi bilimler profesörüdür ve sabahının bir saatini, keşfettiği bu öğrencilerden birisi ile samimi bir sohbet yapmak için ayırır.Altı senedir uygulanan yanlış politikalarla Irak, içinden çıkılmayacak bir kaosa sürüklenmiş, işgalin başlamasından bu yana yaklaşık 4000 ABD askeri öldürülmüştür (ki gerçek kayıpları filmde zikredildiğinden muhtemelen kat ve kat fazla) . Afganistan’da Taliban’a büyük darbeler vuran ABD, düşmanını tamamen yok edememiş, Taliban aynı anda iki farklı cephede savaşan ABD’nin bu zayıflığını farkederek yeniden toparlanma sürecine girmiştir. Bu nedenle, ABD’de hükümetin ve iktidar partisinin güveni, gün ve gün azalmaktadır. Bunu önlemek için genç ve hırslı bir senatör olan Jasper Irving (Tom Cruise) farklı bir stratejik atılım önererek başkana yeni bir tip saldırı planını kabul ettirir. Plana göre artık, o coğrafyada bulunan kritik noktalar, merkez üstlerden yüzlerce km uzakta konuşlanmış küçük operasyon timleri tarafından ele geçirilecek, bir nevi gerilla savaşı ile düşman takip edilerek yok edilecektir. Senatör, Janine Roth (Merly Streep)’u çağırarak, bu yeni planı Amerikan halkına anlatmasını istemektedir, böylece Amerikan halkının altı yıl içinde kaybolan güvenini bu yepyeni mucizevi planı ile yeniden kazanmak istemekte hatta bir sonraki seçimlerde elde edeceği başarı ile başkanlık adaylığına oynamayı düşünmektedir. Tüm bir saat boyunca, gazeteci ve senatör arasında geçen son derece ilginç bir diyalog izleriz. Gazeteci, senatörü Vietnam‘da 58 bin kişinin de aynı tip küçük timlerle kurulan saldırı stratejisi nedeni ile öldüğünü bu yüzden başkalarının hayatları düşünülmeden, ölümler üzerinden siyaset yapıldığını söyler, senatör ise medyayı, savaşı halka satmak ve bundan kar elde etmekle suçlar. Konuşma sonunda her ikisi de savaşın ortak çıkarlar uğruna kullanıldığını kabul ederler. Lakin devlet adamı titriyle senatör planın uygulanması konusunda ısrarcı olur, bu savaşı neye mal olursa olsun, tüm sonuçlara katlanarak kazanmaları gerektiğini belirtir. Gazetecinin bir saatlik konuşmada defterine aldığı notlar arasında anlamsız karalamalardan başka mana arzeden sadece tek bir cümle bulunmaktadır. Senatörün, savaşı “Neye mal olursa olsun” bitirecekleri sözü. (Whatever it takes!) Konuşma bittikten sonra muhabir kadın sarsılmış bir biçimde odayı terkederek çalıştığı TV’ye gelir.Aynı anda profesör Stephen Malley (Robert Redford), doğal bir yetenek olduğunu düşündüğü ancak derslerine devam etmeyen Todd Hayes (Andrew Garfield) ile ABD eğitim sistemi, savaş ve hayat üzerine yaklaşık yetmiş dakika sürecek uzun bir sohbete başlamıştır. Profesör, Vietnam savaşını örnek göstererek, savaşa ilk gönüllü yazılanların, sistem tarafından dışlanmış, korkunç koşullarda yaşamaya çalışan yitik vatandaşlar olduğundan bahseder ve konuşma Todd’un, varoşlarda yetişmiş spor bursu ile zar zor üniversiteye gelen Meksika ve Afrika asıllı iki sınıf arkadaşının durumlarına doğru akar. Bu iki öğrenci, hem bir kimlik sahibi olabilmek, hiç kimselikten kurtulmak hem de sisteme karşı, savaştaki kötü gidişata karşı konuşmak yerine bizzat eyleme geçip, aksiyonda bulunmak için gönüllü olarak askere yazılırlar. Böylece, askerden geldiklerinde ne kredilerle ne de borçlarla uğraşacaklarını düşünmektedirler ve bu iki genç, mevzubahs olan yeni strateji için uzak dağ üstlerindeki “kuzulara gönderilen ilk arslanlar” olurlar (Veya arslanların gönderdikleri ilk kuzular olurlar, nasıl okumak isterseniz isteyin, trajik son tüm anlamları aynı kapıya, acıma duygusuna çıkarmakta).Yönetmen, paralelde bu gençlerin katıldıkları Afganistan operasyonunu izletir bizlere.Washington’daki tertipli ve şık senatör ofisinin ve Kaliforniya üniversitesindeki Prof. Stephen Malley’in güvenli ve konforlu odasından uzaklaşıp, sözel tartışmalarda, verilen kararlarda sadece birer rakam olarak varlıklarından söz edilen küçük insanların, gerçek hayatta ne durumda olduklarına göz atarız…Afganistanda zemheri bir ayaz eser, dağlarda yoğun bir tipi bastırmaktadır.Operasyondaki istihbarat eksikliği nedeni ile, helikopterle nakilleri sırasında bu iki gençten birisi onlarca Taliban militanını arasına düşer ve diğer arkadaşı da inanılmayacak bir şekilde arkadaşını kurtarmak uğruna yüksek irtifada iken helikopterden aşağıya atlar. Ana üstte harcanan çabaya rağmen her iki askerde, son derece melodramik bir biçimde çekilen bir finalle “aslanlar” misali Taliban tarafından öldürülürler…Hikayede, gençlerin dışlanmışlıkları, zübbe sınıf arkadaşları ile aralarında geçen konuşmaları (ki izleyicinin çocuklara sempati duyması için itina ile hazırlandığı çok belli olan, bir elmas traşçısının özeni ile yazılan jilet gibi repliklerle bezenmiş şekilde), Amerikan sistemiyle bu biçareler arasında devcileyin bir kontrast oluşturarak verildiği için, şol ölümler nedeni ile cümle izleyicinin içerisi burkuluverir.Aynı anda, gazeteci kadın, patronuna politikacıların onca sene medyayı kullandıklarını ve yine kullanmak istediklerini, elde ettiği bu yeni bilgileri haber yapamayacağını söyler. Patronun uzun telkin konuşmasından sonra, haberi yapmayı kabul etmez ise kadını işten atacağını belirten sözler söyleyerek odayı terkeder patron…Bir süre sonra (ne ilginç bir tevafuktur ki tam da askerlerin Afganistan’da öldürüldüğü demde) gazeteci gözyaşları içerisinde binadan ayrılır, bir taksiye biner ve bol Amerikan bayrağı görüntüleri eşliğinde, taksiyle Beyaz Saray ve Şehitlikler önünden geçer…Aynı anda, Tv kanalında altyazı olarak ABD’nin yeni savaş stratejisi duyurulmaktadır. Kadın, ilk raundda pes etmiş, iktidar partisinin bir sözcüsü misali, haberi aylığı ederince bir meblaya pazarlamıştır.Her ne kadar, dürüst ve samimi bir öz eleştiri yapıyormuş iddiasında olsa da, filmin sadece içeriye içeriden bakan bir anlayış sergilemesinden dolayı ziyadesi ile eksik ve tarafgir bir söylem içermekte. Ordu ve Pentagon ismi neredeyse hiç ama hiç lekelenmeden, hükümet partisinin bir genç senatörü karalanarak konu kotarılmaya çalışılıyor. Gazeteci&Senatör arasında geçen diyaloğun bir yerinde, başkanın askeri konularda savunma bakanlığından çok, genç senatörün sözüne güvendiği cümlesi zikredilmekte. Bu hedef saptırmanın taşıdığı estetik bir balette dahi bulunmasa gerek. Pentagon’un, Holywood sinemasını propaganda amaçlı kullandığı, yardım ettiği filmlerin senaryolarına birebir müdahale ettiği (bkz. Kara Şahin Düştü, vb.) bir gerçek, görünen o ki adamlar eleştirme ayağına, bu seferde ne kadar demokratız, bakın iğneyi kendimize de batırıyoruz diyerek bir başka propagandaya imza atmış görünüyorlar. Öyle ki, bahsi geçen gençler için tüm askeriye inanılmaz derecede efor sarfetmekte. Şer ekseninin küçük deccalları olan Talibanlar’a(Taly’s), ailelerinin gözleri önünde, kendi ordularına katılmalarına izin verilmezse ailenin çocuklarını oracıkta infaz eden o şeytansı Afgan mahluklara karşı, uydu desteği, jetler, üstün teknoloji ürünü bombalar, bir dünya imkanı seferber ediyorlar bu iki eri kurtarmak için. Arslanları kaybetmelerinin ertesinde de, yüzlerine yerleşen o çarpık ifadede, olanca forsu ile dalgalanan gönderdeki bir Amerikan bayrağını görüyoruz sanki (aslına bakılırsa ülkemizde, ölümden dönen erler için “dönüşlerine sevinemedim, ölmelilerdi” tarzı ifadeler kullanan devlet büyüklerinin varlığı düşünüldüğünde, belki böylesi klişe vatandaşını sahiplenme görüntüleri merhem oluyordur ABD’lilerin kimi yarelerine, kim bilir? ). Tüm bunlara rağmen amacı konusunda bir problemi yok filmin. Tüm problem yönteminde, konuyu işleyiş şeklinde, Irak’ta ve Afganistan’daki savaşın meşruluğunu hiç tartışmamasında, o coğrafyanın işgal edilmişliğinde, İranı tüm problemlerin kaynağı olarak itham eden onlarca vurguda, filmde tek bir İran’lı, Afgan veya Irak’ı karakter olmamasında, neler olduğuna onlar gibi bakamamızda (ne mi anlatmaya çalışıyorum, İnce Kırmızı Hat‘tı seyredin!) Amerika’lıların gözünden Amerika’yı izletmelerinde, olanca kahramanlıkları ile ölen iki Amerikan askeri ile koskoca bir ulusun ziyadesi ile ucuz kendini aklama girişiminde, verdiği güdük mesajda, “bakın bizler de ölüyoruz, bizleri de kullanıyorlar” demelerinde…Koskoca üniversite profesörünün, haksızlıklardan, tepkisizlikten bahsederken, çevre yollarının bakımsızlıktan üçüncü dünya ülkelerindeki muadillerine döndüğünü belirtmesinde. Ezcümle, ölen 3800 küsur Amerikan askerini ve hatıralarını, tıpkı eleştirdikleri kurumlar/şahıslar misal, filmi çekenler,senaryoyu yazanlar da afiyetle kullanmakta beis görmüyorlar. Her devirde kullandıkları gibi. İnsan öldüren insanları, şeytan avlayan melekler gibi lanse ederek….Ölümü inanılmaz derece başarı bir şekilde pazarlayıp bizlere satarak…