Güley Nine’nin evine ulaştıklarında Öğretmenler yorgunluktan bitkin durumdaydılar. Doğa kardan yorganını bütün yöreye örtmüş; hem de inanılmaz kalınlıkta, yolar ıssız, dağlar ürkütücü, ayaklarında edikler dört beş saattir yürümekten güçleri son noktasındaydı. Kalın zincire bağlanmış köpeğin boynundan tutan Yusuf buyur etti yolcuları. Daracık bir pencereden ışık alan odaya zor attılar kendilerini. Dışarının parlak kar ışığına alışık gözleri bir an hiç bir yerini seçemedi odanın. Neden sonra Güley nineyi seçebildiler, geldiklerinde hoş geldiniz çocuklar demişti Kürtçe, torunu Yusuf çevirdi, “hoş bulduk anne” dediler. Yusuf koşuşturdu, ediklerini çıkarmalarına yardım etti, sıcak su getirdi, ellerini yüzlerini bir güzel yıkayıp rahatladılar. Kuru yavan, ellerinden ne gelirse ağırladılar torunuyla Güley Nine. Sıcak çay bütün yorgunluklarını silip götürdü.Güneş dağların ardından kaybolmak üzere, davrandılar yola, bir an önce karşı yakaya geçip evlerinde rahatlamak için. Kimseye yük olmak istemediler, yoksa rahatlarına diyecek yoktu. Köy dağınıktı, en kalabalık yer okulun bulunduğu bölümdü, Kenger Alanı. On beş dakikalık bir yolları daha vardı ama Göksu yol verirse…Güley Nine dambaşından ellerini güneşe siper ederek Göksu’ya baktı uzaktan, aklı kesmadi, geçit vermezdi bu saatte Göksu.-Çocuklar, olmaz geçit vermez bu vakit Göksu. Gündüz güneş eritti dağlarda karları, dağlar suyunu boşalttı çaya, eğlenin, misafirimiz olun bu akşam. Gece karlar donar, sabah sular azalır sabah atla geçilir ancak dedi., Yusuf çevirdi dediklerini.Ancak az önce Yusuf, suyun karşı yakasındaki Muhtar Hasan’a haber vermişti bile. Suyun karşı yakasında Muhtar Hasan’ın evi, beri yakada, küçük bir tepeni altında Güley Ninenin evi vardı. En acil durumlarda bile komşudan komşuya geçit vermezdi bu mevsim Göksu.Öğretmenler aralıktan nisana kasaba yüzü görmemişlerdi. Yerde bir buçuk-iki metre kar, kalın bir yorgan gibi sardı doğayı. Öyle her isteyen, istediği zaman yola koyulup kasabaya, şehire gidemez bu mevsimde. Bir hasta olsa, kızaklarla ulaşabileceği en yakın yer, beş-altı saat uzaklıkta. Kış günü bunu göze almak akıl harcı değil. Zorunlu gidip gelenler yol boyu köylerde konaklayarak, haftasında ancak dönmekte köye.Güven Öğretmen Karadeniz’li, Karadeniz gibi hırçın ve inatçı.-Gideriz! dedi, yürüdü.Ali Öğretmen sakin, sessiz, mantıklı olmaya çalışarak:-Anne, geçemezsek döner geliriz dedi. Hoşçakal, her şey için sağol.Güley Nine’nin torunu Yusuf saygılı, temiz, yağız delikenlı. Askerliğini yapmış, gözü pek atak bir genç.-Öğretmenim ben de geliyorum, olmazsa birlikte döner geliriz.Güven Öğretmenin dilindendüşürmediği “Çayeli’nden öteyi giderim yali yali” türküsü eşliğinde Göksu’ya indiklerinde Güley Nine’nin dedikleri doğru çıktı. Göksu, en coşkun mevsiminde ve en coşkun saatindeydi. Yolun geçtiği yerde, geçen yılkı selin alıp götürdüğü köprünün taş ayakları vardı sadece. Göksu’yun en dar yerindeydi ancak; karşıya geçebilmek hiç bir şartta olanaksız… seksen-yüz metre yukarısında iki kolun birleştiği alan geniş ve düz. Su o kadar coşkun ki, akıp giden iki başlı canavar sanki. Nurhak Dağları’yla karşılıklı bakışan, sanki bir biriyle yarış yaparcasına beyaz örtüyü sırtlanan Engizek Dağları’ndan beslenmekte Göksu. yüzlerce dereden topladığı suyunu, tek bu kanyondan yollamakta ovaya.Muhtar Hasan, atını yedeğine almıç göründü karşıdan. Bu karda ata binmek mümkün değil tabi. Günlerce ahırdan çıkmayan at, tepinmekte, ön ayaklarıyla karı deşip savuruyor. Uzun sarı yeleli, bir ayağı beyaz sekili, nefes aldıkça soba borusundan duman çıkar gibi burnundan buhar çıkıyor, arada bir şaha kalkıyor. Bir şeyler bağırıştılar ama Göksu seslerinin duyulmasına da olanak vermedi. İşaretlerle bir deneyeceğini söyledi Muhtar. Çayın en geniş yerini göze aldı, bindi ata, şöyle bir denedi. O yerinde duramayan at biraz çekindi, bir iki adımda su karnının altını geçti. Suyun sesinden öğretmenleri duyması olanaksız, işaretlerle çırpındılar, gelme işareti yaptılar. Muhtar geri kıyıya çıkınca gördü işaretleri, vazgeçmişti zaten.Muhtar atı yedeğinde evine yöneldi, öğretmenler ve Yusuf da geri… Sudan uzaklaşınca duyurabildiler seslerini birbirine. Sabah erken geçilebilirdi Göksu, ona karar verdiler. Muhtar, içi sızlayarak çaresizliği yaşadı, hüzünlendi, gözlerinden yaş gelerek döndü evine. Dudaklarını ısırdı kanatırcasına, üzüntüsünü hafifletmek için.Ayaklarında kar ayakkabıları ediklerle üç-dört kişi geldi İlyas Emmiler’e. Dambaşında küçük iskemlelere oturmuş, sırtını güneşe vermiş Güven Öğretmen ile Ali Öğretmen. İnce bir sigara dumanı yükseliyor başlarının üzerinden. Sahillerde bahar çoktan gelmiş, çillim çiçek olmalı her yan. Dağ köyünde kış gitmek bilmiyor. Güneş olanca ısısını vermekte, doğanın yorganı kara söz geçirmeye çalışıyor. Kar altından meydana çıkan toprak parçalarından buhar, ocakta kaynayan tencereden çıkan nefis koku gibi bir buhar ve toprak kokusu yayılıyor çevreye. Dambaşlarında ellerinde işleriyle kadınlar, kızlar, oyun oynayan çocuklar…Muhtarın kızı Güvercin, ellerini eteklerie dolaştırarak, utangaç:-Öğretmenim İlyas Emmi sizi istiyor dedi.Kalktılar, biliyorlardı, imeceye karar vermişlerdi, köprü yapılacaktı. İlyas Emmi’nin odadan içeri girdiklerinde, yaşlısı genci ayağa kalkarak buyur ettiler. Kimse rahatsız olmasın diye öğretmenler, hemen bir yerlere ilişmek istediler. Ancak onlar baş köşeye geçmeden kimse yerine oturmadı. İlyas Emmi’nin o meşhur sözü duyuldu; “Siz benim torunlarım yaşındasınız, size yer vermemiz öğretmenliğinizedir, geçin sıkılmayın.”Oturup nefeslendikten sonra, edikler, baltalar, ipler hazırlandı, öğretmenlere de birer edik giydirildi. Köyde kaç erkek varsa buradaydı, zaten köy on beş haneyi geçmiyordu. Köyden biraz uzakta sekiz-on ev daha vardı. Gençler önde; gecenin ayazıyla donmuş, güneş gören yerleri yumuşamış kar üstünde , bata çıka yol aldılar ormana. Karıncaların yiyecek taşıdığı yoldan gider gibi tek sıra ve birlikte.Önceden kesilip yontularak hazırlanmış ardıç ağaçlarının yanında soluklandılar. On-oniki metre uzunluğunda, kırbeş-elli santim çapında iki ağacın baş tarafına, ortasına ve arka tarafına kancalar çakıldı, kancalara ipler bağlandı, ipleri birer ikişer tuttular, tepeye yukarı “haydi hurra” diye yürürüttüler. Yerinden ayrılan ağaç kar üstünde daha rahat taşınır oldu. Yukuş yukarı çektiler, iniş aşağı kayıp gitmesin diye tutarak yavaş indirdiler. Neşe içinde, binbir türlü şakalar yaparak Gösu’nun göründüğü tepeye çıkardılar. Akşam da olmuştu artık, epeyde yoruldular.Eski köprünün ayaklarına ağaçları yerleştirdiklerinde, herkesi bir memnuniyet, başarı sevinci kapladı. Açılış töreni falan yoktu ama, bu iş sonunda bir halay çekilirdi hani. Biri elini zurna gibi yaparak kıvrak halay havası çaldı, hep birlikte oynadılar. Göksu’ya gem vurulmuştu…