“O odaya girme, seni uyarıyorum! Oraya ancak çirkinler girebilir. Sen çirkin değilsin…” İçimden küfrettim, sonra bir kere daha, sonuncusu sesli oldu; “Siktir ulan, ben de çirkinim!”. Gözlerinin içine dik dik baktım.

Gerçekten çirkin görünüyordu. Bir gözü büyüktü ve sarısiyah lekeler vardı akında. Sonra göz çukurları, morsiyah torbacıklarla bezeliydi. Ve daha aşağılarda, pütürlü yanakları, tombul, şişkin dudakları, yeşilsiyah dişleri ve bir yara izi vardı; alt dudağından ta çenesine kadar uzanan… Kamburunun engeliyle boynu eğreti duruyordu. Sanki her an saldıracak bir boğa gibi… “Kapa çeneni ve aynaya bak!” dedi yamuk ağzıyla, dili döndüğü kadar. “Ayna ile işim olmaz benim!”, diye yanıtladım sertçe. “Benim çirkinliğim derimin altında gizli…”.

Başımı eğdim. Engel olamadığım reflekslerden birisiydi. Otuz saniye kadar sessizlik oldu. “Seni tanıyorum sanki”, dedi bir anda, şaşırtırcasına irkilmiştim. Biraz daha yumuşadı bakışları… Dikkatli hareketlerle, sendeleyerek arkasındaki tabureye çöküverdi.

“Daha önce hiç çirkin bir kadınla sevişmiş miydin?”
“Evet, defalarca… Nereden biliyorsun bunu?” diye sordum.
“Biz çirkinler, tek yumurta ikizleri gibi hissederiz acılarımızı… Sizlerin acıtırken hissetmediğiniz gibi.”

Duraksadım. Sürekli korumaya çabaladığım sertliğimi yitirmeye başlamıştım. Neden bir anda ‘sizler’ ve ‘bizler’ olmuştuk? Ben o ‘sizler’ kısmında yer almak istemiyordum! Çirkindim ben ve ‘bizler’den olmalıydım. “O kadınların sevişme sırasındaki çığlıklarıyla aslında ne tür bir acıyı haykırdıklarınndan haberin var mı?” diye sordu fısıldayarak. İşte bundan haberim yoktu. Yavaşça geri çekiliyordum. Fakat bir yandan da anlamalıydım, belki de beni kandırmak için söylüyordu bunları. Belki de o odaya yeni birinin girmesini istemiyordu. Belki de ben daha çirkindim ve bunu kıskanıyordu içten içe. En çirkin olarak kalmak istiyor da olabilirdi. Anlamalıydım ve boyun eğmemeliydim!

Çatallı, ürkek sesler fırladı yine de boğazımdan; “Hangi çığlıklardan bahsediyorsun sen? Tatmin olmuyorum konuşmalarından… Ve korkuyorum” Bunu itiraf etmek kendimle yaşadığım ağır bir çelişki oluvermişti. İstemdışı, tüm mevzilerimi kaybediyordum. Kulağımda bir an o hiçbir şey hissetmediğim, her solukta aslında kendimi aşağıladığım, giderek hızlanan ve bir anda sönüveren bir rüzgarın yapış yapış çığlığını hissetttim. Ve ağzımdaki buruk, paslı kan tadını. Bunu hissettiğimi anlamasın diye gözlerimi çevirdim. Söyledim ya, çirkindim.

Susuyordu. Yalan söylediğimi anlamıştı, ya da ben hep böyle hissederdim zaten. Hayır kendimden biliyordum, kendi içime akıttığım alçaklıkları benim anladığım gibi, hep anlıyorlardı sanki yalan söylediğimi. Sanki anlamıştı da oyun oynuyordu bana, tıpkı diğerleri gibi; yine kendimden tanıdığım, yalanları hissedip de yüzlerine kusmadığım… Aşağılık sürüsü, bana ayna rolü oynamaya ne hakları vardı?! Bu yüzden nefret ediyordum işte aynalardan ve çok uzun zaman olmuştu aynı nefreti kendime yönelteli. Kendimi dışarıda tutarak yumruk attığım aynaları hatırladım. Banyoya koşarak yumruklarımdan akan kanları temizleyişimi, bandajlayışımı ve zifirî sokaklarda hızlı hızlı yürüyerek alkolle avuttuğum beynimi en son bir telefon kulübesine kilitleyerek o ‘çirkin’ kadınlardan birinin numarasını çevirişimi. Ve sonra o çirkin bedenlerden birine dişlerimi geçirerek kendimden akıttığım kanın intikamını alışımı. Kulağımda saniyeler öncesinden kalan çığlıklarla yataktan kalkıp ‘arınmak’ için banyoya gittiğimde, karşıma yine ve yine çıkan aynayı. O sefil nesneyi. Ve aynaya muzaffer bir edayla sırıtınca karşılaştığım, kırmızıya boyalı dişlerimi…

Sertleştim birden. “Kalk!” dedim, “Gidiyoruz”. “Ben hiç bir yere gitmiyorum” diye cevapladı kesin bir biçimde. “Kalk!” diye emrettim tekrar. “Kalk, yoksa seni öldüreceğim!” Kalktı. “Düş önüme!” diye emrettim tekrar. Sendeleyerek önümden ağır ağır yürümeye başladı. “Aç şu kapıyı!” Duraksadı. “Aç dedim!”, sinirden ellerimin titrediğini hissediyordum. Sesim de titriyordu. Ürkek bir ses tonuyla, son kez şansını denemek istermiş gibi, “Bunu yapmak istediğinden emin misin?” diye soruverdi. Nasıl emin olabilirdim ki? Neden emin olmuştum ki bu yaşamda? Bu düşüncelerin yansıması soğuk bir “Evet!” oldu. Cebinden çıkarttığı bir anahtarlıktaki sayısını kestiremediğim kadar, aynı şekildeki anahtarlardan birini soktu, grisiyah, demir kapının kilidine. İlk denemesinde açıldı kilit. Tekrar gözlerime çevirdi çirkin gözlerini. Bu sefer konuşmadı. Yüzüne bakmadım bile. Hem özne, hem de nesne olmayı seçmiştim bir kere, geri dönmeye de niyetim yoktu. İçeri girdim. Dışarıdan süzen loş ışık bile içerideki boşluğu aydınlatmıyordu. “Arkamdan kapıyı kapat ve kilitle!” diye emrettim son defa. O da son defa boyun eğdi. Odada, artık içinden çıkılamayacak, keskin ve mutlak bir karanlıktan başka bir şey yoktu.

Ve ben, hâlâ o karanlıktayım…