Her gün takındığımız sayısız maskenin hangisi biziz?Benlik dediğimiz şey aslında o maskelerin toplamı mı? Peki ya ruhumuz acıtıldığında hangi birinin arkasına saklanır ve her geçen gün daha fazla teşhirci ve röntgenci bir sapkına benzeyen bu toplumla hangisinin aracılığıyla uzlaşırız? Hangi maske bizim de sevilmemizi ve onaylanmamızı, tüm suçlara öyle ya da böyle ortak olmuşken kendimizi masum hissetmemizi sağlar?Daha sorulabilecek o kadar çok soru varken, maskelerin ardına saklanabilmeyi bir teknik ile içselleştirmiş, oyunculukla hayatını kazanan insanları biz hangi maskemizle kucaklarız? Gerçek midir onlara beslediğimiz sevgi yoksa kısa ömürlü bir kibritin alevi kadar gelip geçici midir? Reddedişlerimizle olduğu kadar yerli yersiz alkışlarımızla da boğazındaki yağlı urganın ucunu tuttuğumuz kaç oyuncu, sanatçı vardır?

koleksiyon için doğru tercih
koleksiyon için doğru tercih

Orjinal adı, “The Life and Death of Peter Sellers” olan film; tanıyanların büyük bir çoğunluğunun Pembe Panter serisi ile hafızalarına kazınan İngiliz asıllı oyuncu Peter Sellers üzerinden tüm bu sorulara ve daha fazlasına oldukça sert yanıtlar üretiyor ve bu yolla bambaşka sorulara da yol açıyor.

Roger Lewis’in aynı adlı kitabından uyarlanan ve Stephen Hopkins‘in yönettiği, 2004, ABD yapımı filmde baş rolleri, Geoffrey Rush, Charlize Theron, Emily Watson ve John Lithgow paylaşıyorlar. Belgesel formunda bir kurmaca olarak değerlendirilebilecek film sinema tarihinin önemli bir kilometre taşı olan Sellers üzerinden bir sanatçının trajik yaşamına tanık ediyor izleyiciyi.Filmde asıl adı Richard Henry Sellers olan Peter Sellers’ın hem sanat hayatı hem de özel hayatı neredeyse mükemmel denebilecek bir kurgu maharetiyle içiçe anlatılıyor, yanı sıra Geoffry Rush zaman zaman diğer karakterleri de canlandırarak hem filmin anlam katmanlarını zenginleştiriyor hem de seyirci için müthiş bir seyir zevkini ilmek ilmek işliyor.Filmin sinemalarda gösterilmeden televizyonlara verilmiş olması, Geoffry Rush’ı fazlasıyla hakettiği Oskar ödülünden etmiş olsa da, oyuncu bu filmdeki performansıyla 2005 yılında Altın Küre ödülünü aldı.Geoffry Rush’ı ve müthiş oyunculuğunu bir başka yazının konusu olarak askıya alıp Peter Sellers’a dönelim.

8 Eylül 1925 yılında İngiltere, Portsmouth’da doğdan Richard Henry Sellers’ı ailesi, doğumda ölen kardeşinin anısına “Peter” ismiyle çağırıyorlardı. Babası Protestan, annesi Yahudi olan Sellers’ın ailesi onu Bir Katolik okuluna verdi. Anne ve Babası’da oyuncu olduğu için çocukluğunun büyük bir bölümü King’s Tiyatrosu’da ve seyahat ederek geçti. Yaşamını derinden etkileyecek olan tiyatro ve oyunculuk tutkusu çocukluğunun önemli bir parçası oldu böylece. Müziğe ve taklite olan aşırı yeteneği de sanatçı için seçilebilecek yolculuklar arasında oyunculuğu daha belirgin bir yol haline getirdi.

Fimde özellikle Freudisyen izleyiciler için Sellers’la Annesi arasındaki ilişkiye dair de oldukça fazla malzeme olduğunu belirtmek gerekir.Ardında 60’tan fazla film ve yüzlerce karakter bırakan Sellers’ın belki de en büyük trajedisi bu kadar çok sayıda ve birbirinden farklı insanı canlandırmaya çalışırken gerçek Peter Sellers olamamasıydı. Gerçek Peter Sellers’ın sahne ışıkları ya da beyaz perde dışında toplumsal bir kullanım değeri taşımamasının; o çok ihtiyaç duyduğu sevgi ve onaylanmanın ancak başka karakterlere büründüğünde, Hollywood’un acımasız piyasa yasalarına boyun eğdiğinde elde edilebilir olmasının yarattığı çöküş, oldukça dolaysız anlatılmış filmde.

Tamamen özel mülkiyet ilişkilerinin ve tüketim alışkanlıklarının biçimlendirdiği dünyamızda oyuncu olarak zirvede kalabilmenin bedeli, bir insanın ödeyebileceği en ağır bedel haline gelmiştir; herkes olabilmek adına hiç kimse olamamak. Sevilen, alkışlanan, arzulanan, onaylanan onca rol kişisinin arasında bir sabah uyandığında bir zamanlar kendine ait sandığın yüzü bulamamak.

Aynaya baktığınızda Richard Henry Sellers yerine, Müfettiş Clouseau ile, Dr Strangelove, Hrundi V. Bakshi, Clare Quilty, Amerikan Başkanı Merkin Muffley, Kaptan Lionel Mandrake ve daha pek çok gerçek olmayan yüzle karşılaşmanın acısını anlayabilmek imkansız olsa da en azından bu film sayesinde bu acıya bir adım yaklaşabilmek mümkün.BBC radyosunun başarılı bir sanatçısı olan Sellers’ın göz kamaştıran yükselişinin hemen altında akıp giden trajediyi, hayatındaki iniş çıkışları, zirvede kalabilmek için ödediği bedelleri, Anne sevgisinin asıl belirleyen olduğu hayatında, kadınlarla ilişkilerinde hep “koşulsuz sevgi” yi arayan ve asla büyüyemeyen bir erkek olarak aldığı kaçınılmaz yaraları, sinema sanatı ile sinema endüstürisi arasındaki onulmaz çelişkiyi görebilmek için mutlaka izlenmesi gereken bir film. Dikkatli izleyicilerin filmde anlatılan hayata bakarken birer sanat tüketicisi olarak kendi talep ve alışkanlıklarını n yanısıra bir ömür boyu takıp çıkarttıkları maskelerin sahiciliğini de sorgulayacaklarını ümit ediyorum. Çünkü sanat ve sanatçı da insanlığın tüm diğer kılgıları gibi dikkatli bakıldığında toplumun ve dönemin bütün kodlarını deşifre edebilir. Sahne ışıkları altında parlayan yıldızın üzerini biraz kazıdığınızda bulacağınız tek şey size oradan bakan kendi ruhunuzdur.