Buraya yazmaya vakit bulamasam da boş kalırsam şunu şunu yazarım diye düşünmeden edemiyorum.Zaten yazmam gereken bir sürü yer varken, bir de bildirgeç’teki günlüğümü niye bu kadar düşünüyorum bilemiyorum.(Belki de bir konu ya da kafamda daha önceden tasarlanmış belirli bir kurgu olmadan, sırf zevk için yazmam eğlenceli geliyordur.)Buradaki E-günlüğüme yazarken, serbest etkileşimle, içimden geldiği gibi yazmak, gerçekten de beni mutlu ediyor. o an ne düşünüyorsam onu yazıyorum.Bu bana, diğer konularda olduğu gibi her zaman aklıma gelen bir örneği hatırlattı; meşhur robinson vardır ya (hani şu, adada mahsur kalan) ve tek dostu da cuma’dır hani.Robinson’la cuma, iyi iki dost olur ve robinson geldiği yerleri, oralarda olan biteni anlatır.Ve hep geldiği medeni dünyayı tarif ederek, bir şeyler öğretmeye çalışır cumaya.Bir gün atletizmle ilgili bir şeyler anlatırken, konuşma tartışmaya döner ve cuma ile robinson aralarında yarışmaya karar verirler.Yerlerini alırlar ve başlarlar koşmaya.cuma aslında istese robinson’u geçebilecek fiziki yapıya ve koşma yeteneğine sahiptir ama robinson bu yarışta öndedir.Robinson bütün gücüyle kendi sınırlarını zorlayarak, çıplak ayakla sahilin yarı ıslak kumları üzerinde koşarken, ara sıra da göz ucuyla kendini havaya atıp kumda seke seke koşan cuma’ya bakmaktadır.Gücü tükenip kendini yere attığında nefes nefese cuma’ya “ben kazandım” der.Bütün yarış boyunca robinson’un sınırları zorlayan koşusunun aksine ayaklarının ucunda ceylan gibi hoplaya zıplaya, kendini hiç yormadan koşan cuma’nın cevabı şöyle olur; “ama ben senin, benimle değil de kendi hırsınla yarıştığını sanıyorum. Çünkü ben sadece koşmak için, koşmaktan zevk almak için, içimden geldiği gibi koşarken sen hırsınla mücadele ediyordun. Ve sonuç olarak hırsın seni tüketip bitirdi, yere düştün. oysa ben ayaktayım ve aslında koşmaya karşı hem daha dayanıklı olduğum için, hem de koşunun eğlencesini yaşadığım için ben birinci olmalıydım.”Evet işte bildirgeç’teki günlüğüme yazı yazarken ben de böyle, yazmayı hırsla bir şeyler becermek için değil, cuma’nın koşması gibi zevk aldığım şekliyle devam ettirmek istiyorum.Hayatım boyunca (çocukken veya gençken bazı dönemler hariç) hemen hemen hiç hırslı olmadım.Sorumluluk duymuşumdur, zorlanıp ben bunu mutlaka yapacağım dediğim de inatlaştığım da olmuştur ama “amaca ulaşmak” hiç bir zaman ana hedefim olmamıştır.Hiç en önemli şeyleri yazacağım diye bir hırsım yok, hiç birinci olacağım diye hırsım yok. (Zengin olmakta ayne böyle haaa diyeceksiniz ki kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş yok valla ben zenginlik nedir onu da biliyorum ama istemem önce huzur…)Ben, oyunun içindeyken hırstan gözü dönenler gibi oyunu kaçırmak istemiyorum. Hayatta hırslı olup başaracağım, herkes bana bakacak, herkes beni konuşacak, ben, ben, ben, en birinci ben diyenlerden hep uzak durmuşumdur.Hayat en sonunda başarılı ya da başarısız oldum diye ayrım yapmak için feda edilecek bir şey değil ki. hayat şimdi ki “an”dır. gelecek için şimdiyi feda etmek bana her anlamda ters geliyor zaten… (punkseverlik de buradan mı miras kaldı acaba)İngilizlerin yaptığı gibi futbolun gereği olan “güzel bir oyun” yerine, maçın sonunda kazanmış olmak için, sadece dan dun şut çekip, gol atıp, galip gelmektense; sonucu ne olursa olsun, oyununa eğlenceyi, zekâyı, beceriyi ve estetiği katarak güzel bir futbol sergileyen brezilya ekolünü tercih ederim.Hayır, amaç futbol oynamaksa, futbol diğer insanlarla ortaklaşa yapılan bir spordur ve o anda hiç kimsenin aklına gelmeyeni yaparak zekânla karşındakini geçmelisin, becerini topla buluşturup oyuna estetik katmalısın. Yok beni ilgilendirmez ben sonuca bakarım dersen oynadığın futbol değil “en çok golü kim attı”dır.Madem öyle biz çekilelim, sen devamlı kaleye vur hep gol olsun. Doksan dakikada ne kadar atabilirsen at, hatta bizim bir fonksiyonumuz olmayacağına göre biz gidelim, sen de bir adam bırak, golleri o atsın.E ne oldu şimdi, bu güzel bir oyun oldu mu, olduysa güzelliği nerede? anglo sakson kültürün bir uzantısı ingiliz fuboluna yansıyor ve ne yazık ki bence dünyaya bakışları da böyle. Ben kazanayım gidip atayım bombayı adamın başına sonra da elinden alayım petrolünü, madenini… ne hararet yapıyorsun kardeşim, baştan söylesene ben mal mülk para pul manyağıyım diye. Çıkarlardı sahadan atardın golünü. Her halde ırakta, “al ulan sana petrol, al ulan sana stratejik toprak parçası, yeter ki benle oynama, git ne halin varsa gör” diyecek bir sürü ıraklı vardı ama onlara da başkaları sayesinde dünya kulaklarını kapadı.(Şimdi biraz ara vereyim biraz sonra yine yazarım).Peh… peh… peh… ne ara verirmişim valla iki gün geçmiş. ne yazacağımı unutmuşumdur artık. Şöyle bir üstten yazıya baktım, eh, olmuş bir şeyler.Ve benim yaşımda olup da küçükken Hulisi Kentmen, Sadri Alışık, hülya koçyiğit filmleriyle büyüyen herkeste olduğu gibi hırsa, güce ve o hırsla, gücü elde etmek için yapılan kötülüklerle hayatta zaten sayısı az olan güzel şeyleri bozanlara karşı “böyle yapılmaması gerekir” gibilerinden bir şeyler anlatmaya çalışmışım… (anlatabilmiş miyim bilmiyorum?)Biz istediğimizi anlatalım dünya bambaşka bir yere gidiyor. Adamlar hayatlarını yanlışlar üzerine kurdukları için – dikkat, yazıya yine siyaset karıştırmak üzereyim:) – yaptıkları şeylerin çoğu da yanlış oluyor.Bir, hiç kimsenin beğenmediği bizim eski türk filmlerine bakalım, bir de amerikalıların eski kovboy filmlerine.Birinde hayatın çetrefilli oyunları, aşk tuzakları, karşılıksız sevmek, arkadaşlık vs. vardır ve iyi niyetli saf insanlara kötü insanların hırs, güç, para için akla gelmeyecek kötülükler yapabileceği anlatılır. (ama kötüler gerçekten tek bir bireydir ve kişiliklerinde barındırdıkları kötülük insanoğluna özgü bireysel bir olgudur genelleme içermez.)Diğerinde ise her şey yolunda giderken, durduk yerde saldırıp, insanları katleden, evleri yakıp yıkan, çirkin, kaba, kötü kızılderililer vardır.Bu öyle bir taraflı anlatılır öyle bir süslenir, püslenir ki kim seyrederse seyretsin amerikalıların tarafını tutup kızılderililere karşı nefretle dolar.Burada, eski türk filmleriyle, amerikan kovboy filmleri arasındaki en büyük fark, kovboy filmlerinde anlatılan “kötü”lerin çoğul olmasıdır ve hiç birini birey olarak ayırmadan genel bir ırkı komple kapsar.Bizim filmlerde zengin, güzel kızın parasına göz diken ve aşk numaralarıyla tuzaklar kurmak için birden ortaya çıkan kötü adam herkes olabilir.Amerikan kültürünü tüm dünyaya “adaletli mazlumların intikamı” olarak lanse eden kovboy filmleri ise bireyle ilgilenmez ve sadece propaganda amaçlı sahte kurgular yapar.Kendisini koskoca kıtayı katletmemiş, kızılderilileri yarı hayvan yarı insan sınıfına sokmamış, dünyadan bi-haber zavallı ve masum kızılderililerin köylerini yakıp yıkmamış ve tek bir canlıya zarar vermemiş gibi gösterir.Sonra durduk yerde saldırıya uğramış zavallıyı oynayarak bütün dünyayı yalanlarla ördükleri, duygu sömürüsü bu filmlerle yanlarına almaya çalışarak, tam anlamıyla “yavuz hırsız, ev sahibini bastırır” atasözünü binlerce kez dünya kamuoyu önünde canlandırır.Ondan sonra da efendim neymiş, amerika karşıtlığı gittikçe yükseliyormuş…kardeşim ben amerikadaki sıradan insana niye karşı olayım? Ben senin yaptığın zulümlere, adaletsizliğe, yalancılığa karşıyım.amerikalı sıradan vatandaşla işim olmaz olması da saçma olurdu zaten.Kötülük, hırs, sonuçta “kazanmak için her yol mübahtır” düsturunu felsefe edinen kim olursa olsun ben ona karşıyım. Sağda solda gazetelerde görülecek şekilde haberler çıkıyor. Bana laf atıp da kendin kaşınma. Sen türk milletinin muhatabı olamazsın. Bütün insanlık önünde kabahatin büyük, utan ve sus.Bilemiyorum bu adalet ve hak kavramı biz doğulu toplumların ruhunda nasıl böyle yer ederek karakterimizin ayrılmaz parçası olmuş…yüzlerce yıl öncesindeki binbir gece masallarından tutun da batıya olan tutkusu hayranlık seviyesine gelmiş bilinçsiz diyebileceğimiz cahil bir gencin yüreğine kadar nasıl girmiş bu yüce duygular anlayamıyorum.Batılı yaşam tarzı maddiyatçı ve bencildir. bütün kültürleri bunun üzerine kuruludur. bu toprakların yoksul insanları ise öleceğini de bilse son kalan bir dilim ekmeğini, bir yudum suyunu “onun da hakkı var” diye karşısındakiyle bölüşmeden edemez.İş yerinde bir abimiz psikologla yaptığı görüşmelerinde, psikoloğun kendisine “hiç bir şeye aldırma, seni kızdıran ve üzen bu hak ve adalet kavramıdır, yeryüzünde böyle bir şey yok. buna inanıp, ona göre yaşayıp niye haksızlık yapılıyor diye kendini üzüp sinirlendirme” demiş. Ruh hastası bir ruh doktoruyla karşı karşıyayız. Batı temelli eğitimin ayrılmaz parçası olan psikolojinin batı toplumlarını biçimlendirmek için yaptığı akla eza akıl oyunlarına bakar mısınız? Sen, şundan şundan sinir stres oluyorsun, üzülüyorsun çaresi kolay öyle bir şey yok üzülme. Vay bee. Osuruktan bir strese insanlığı silip attı koçum psikolog. Bunların bilimi de yalan dolan ve direkt kendi çıkarına çalışıyor, birey için toplumu yok ediyor.Zaten adamlar seni beni insan yerine de koymaz ki vicdanımızı ruhumuzu araştırıp derinliklerindeki insanca duyguları anlasınlar…Onlarda insan dendiğinde ilk akla gelen sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, ingilizce konuşan, eğitimli beyaz ırktır. Biz de yanımızdan geçerken şöyle bir başıyla selam veren herkes insandır. Nereli olursa olsun, kim olursa, ne olursa olsun hemen dünyamızda ona bir yer açarız.(bu arada geçenlerde okuduğum bir yazıdan öğrendim, dünyanın en ünlü sarışını marilyn monroe sahte sarışınmış, yani adamlar cilalı imaj devrini çok erken başlatmışlar.)konu konuyu açıyor sahte sarışın, cilalı imaj falan dedim de aklıma yine bir sürü şey geldi.Avrupanın çok lüks ambalâjla teneke kutularda satışa sunduğu, tereyağı (esansı) kokulu, pahalı büsküvi ve kurabiyeleri vardır.Adamlar öyle bir ambalâj yapıp öyle bir pazarlamaya gitmişler ki “bu güne kadar hiç yemediğim kadar güzel bir şey olsa gerek” diye düşünmenizi sağlıyorlar ve ürünü kaliteli sanıp alıyorsunuz.Dışıyla da iş bitmiyor, kutuyu açıyorsunuz içinden bir sürü kağıt, naylon ayraç katlar çıkıyor, tek tek kağıtlara sarılmış kurabiyelere ancak ondan sonra ulaşıyorsunuz ama kurabiyelerde iş yok.bizimkilerin artık bunları değerlendirip, dünyaya bu şekilde açılmayı öğrenmeleri lâzım. İç piyasada fiyatlar yükselmesin diye ucuz ambalâja yönelmelerini anlıyorum ama kalitesi tartışılamayacak kadar iyi olan Ülker ve eti yaptığı ürünleri bu tür ambalâjlarla ihraç ederse ne almanya’da, ne fransa’da millet başka bir şey yemez derim.Bunlar işi öğrenmişler: “her şey görünüşde güzel, içi boş olsun, gerisi hiç önemli değil. dışarıya karşı böyle bir cilalı imaj yaratalım, milleti kazıklayalım biz zaten bunun için böyle yapıyoruz” bir yaşam tarzı olmuş.Yani yine kazanmak için her şey mübah mantığı.Aynen afrikalı, amerikalı yerlilere incik boncuk dağıtıp ellerinden elmasları, altınları aldıkları gibi (ver elindekini seni ağırlıktan kurtarayım hesabı) diğer durumlarda da (özellikle özelleştirmede) bu alışveriş mantığını uygulamaya devam ediyorlar.Filmleriyle, edebiyatıyla, demokrasisiyle her şey yolundaymış gibi durumu güllük gülistanlık gösterip acı gerçekleri saklayabilmek için göz boyamaktan başka bir şey değil yaptıkları.Bizler, artık bunları görelim. kendimizi küçümsemeyelim.binbir gece masallarında zalim kral ve askerlerine karşı sadece kendine güvenerek doğrudan, güzelden şaşmayan o tek, o yalnız ve hiç ümidi kalmadığı anda inandığı hak ve adalet için savaşıp masalın kahramanı olan aşık genci gerçek hayata taşımak bizim elimizde.yarışmak için değil, koşmanın zevkini çıkarmak için Hoplaya zıplaya koşanlara, birilerine yaranmak için değil gerçek yüzüyle kendini anlatmak için yazanlara selam olsun…