Bu aralar yoğun biçimde bir kamuoyu araştırması üzerinde çalışıyorum. İnşaat sektörü, siz de bilirsiniz, ekonomide en ufak bir hareketlenmeden etkilenen lokomotif sektörler arasındadır. Sanayinin, turizmin vb. canlanmasından dolaylı ve/veya doğrudan olumlu yönde etkilenir. (Örneğin bu yaz turizm gelirlerinin artmasıyla yeni yatırımların gündeme gelmesi vb.) Öte yandan son bunalımlarla öyle küçüldük ki, belki bu hareketlenme 1 yıl gecikebilir de… Emek yoğun bir sektör olduğu için istihdam olanakları diğer sektörlere göre daha geniştir. Bu işin olumlu yanı.

Araştırmama, önce birkaç inşaat şirketine gidip, çocukların görüşünü alarak başlamak istedim. Görüşme için sekreterin yanında beklerken kız, ağzında bir sakız, tırnaklarını törpülüyordu. Sanki varlığımdan habersizdi; geldiğimden beri bir kere bile yüzüme bakmamıştı.
Az sonra uzun, karanlık koridordan başı yana eğik, uzun boylu bir oğlan çıkageldi. Sıkılgan bir ifadeyle hiç bir şey söylemeden dış kapıya yöneldi; çıktı gitti. Kız belki ilk defa yüzüme bakarak koridoru gösterdi parmağıyla, ’20 numara!…’ dedi. Masanın altından ‘şak!’ diye bir ses geldi. (Şu şıpıdık ayakkabılardan…) Aslında o anda içime bir kuşku düşmedi değil!…
Sonrası tam bir korku filmi gibiydi… Koridor serin ve loştu. Önümde uzayan koridoru, ayaklarımın altına serilmiş kırmızı halıya baka baka katederken bildiğim bütün sure’leri (Usame Bin Ladin çarpsın ki…) okudum. Kapıyı saygıyla çaldım; içeriden yanıt gelmeyince açtım.
Tam bir devlet dairesi dekoru… Oturduğu koltuk yırtıktı. Gömleğinin içinden göbeğini kaşıyordu. Yüzünü pencereden, nemli ve sigara dumanlı odaya süzülen ılık günışığına vermişti.
Koltuklardan birine iliştim. Birden bana döndü, çok düşünmüş gibi bir ifadeyle (aynı Mustafa Topaloğlu) ‘Kaç para istiyorsun?’ diye sordu. O anda kafam allak bullak oldu. ‘Ne ulan, kaç para?!’ diye düşündüm haliyle… Öte yandan bir yanıt vermeliydim. Aklıma Aziz Nesin’in ‘Du bakali ne olcek!’ öyküsü geldi. Bu kadar olumsuz izlenimden sonra madem buraya kadar geldik bari ucuza gitmeyelim düşüncesiyle, ‘İki…’ demiş bulundum. Herif ‘Yuh!.. dedi, ‘…ohaa! Sen naptın yaaa!’ ‘Naptım ben yaaa!’ diye düşünürken, Herif: ‘ Sen bu kafayla… Ohoooo!’ dedi tekrardan.
Bu adamı kışkırtmak için pek uğraşmadım aslında; Adam zaten ‘kışkırıkmış!’ Ayağa kalktı: ‘Kriz var, kriz!… Bakmadın mı hiç gasteye?…’ dedi.
‘O zamaaan… 1,5…’ dedim.
Adam ayakta, iki eli belinde dışarı bakıyordu.
‘İyi, iyi… Bir… 750… 500…’ dedim ‘tık’ yok! ‘500, ulan 500…’ diye bağırdım… İçimden… Olsun ama yine de bağırdım sayılır. Daha doğrusu bağırmış kadar oldum.
Herif: ‘Sen daha çok inersin..’ dedi.
‘200 ulan!…’ dedim bu kez…
Adam, ben ne zaman ‘ulan!’ dedim, o andan itibaren benle ilgilenmeye başladı. Birden kıymete binince biraz şımarmış olabilirim ama kendimi büsbütün kaybetmedim.
‘Tamam!…’ dedi, ‘…aldığımız ilk işte seni arıycaz.’
Keşke, ‘250…’ deseydim değil mi?
***
Bir başka görüşmede yeni mezun bir meslektaş kendini anlatıyor. Ben yandaki koltuktayım. Görüşmeyi yapan belli ki, proje müdürü; şantiye şefi arıyor… Anlıyorum ki, çocuğu kırmak istemiyor.: ‘Hakediş yapabilir misin?’
‘Hıı!… Evet, tabii…’
‘Onu, şunu ve bunu yapabilir misin?’
‘Hı hı… Evet, tabii… Neden olmasın?’
Çocuk her şeyi yapıyor; kendini çok iyi yetiştirmiş!! Oysa ondan başka herkes biliyor ki, yapamaz. Bu iş yazıcıdan çıktı almaya hiç benzemiyor çünkü. Belki yapabileceği tek şey işçilere moral destek vermek olabilir. Bu da az şey değil hani!: ‘Haydi çocuklar! Size güveniyorum, akşam olmadan bitirelim şu işi… Hu huuu! Demirciii nerdesin?!’
Bunlardan bir 10 bin tane var rezervde… Herhalde turşusunu kuracaklar.