“İşi olmayan giremez” yazılı kapıyı süratle açtım. İşim vardı. O yazıyı yazanın düşündüğü tür bir iş değildi benim orada bulunuş nedenim ama işim vardı gerçekten ve bu kuzu ciğeri gibi sinirli halimde, bana işimin ne olduğunu soracak bir yiğit olamayacağını düşünerek, kapıyı açtım ve girdim.

Yüksek tavanı işlemeli, hastane beyazı duvarlarıyla kocaman bir han avlusunu çağrıştıran odadayım şimdi. ‘99 depreminde mi çatlamış duvarları yoksa bu çatlaklar yüz yıllık geçmişinin alın çizgilerimi anlaşılmıyor. Evet bir zamanlar birileri bu odada ölmüş, buna eminim. Ahşap zemini yüzlerce defa çamaşır sularıyla temizlemişler, çıkmamış ölüm. Cami mihrabı akrabası dev pencerelerin ikisi de cumbasında binanın, sıkı sıkıya kapalılar. Bu buraya ilk gelişim, tanımıyorlar beni burada. Ne tür bir geçmişim var, arlı mıyım, namussuz mu, ne iş yaparım, neden gelmişim, işim gerçekten var mı bu odada, bilmiyorlar. Sanırım girişim tedirgin ediyor odadakileri, beş kişiler. Belki de girişim değil, giriş şeklim. Vicdanımı bile arka cebime koymuşum.

Çivit mavisi gömleğinin üstten üç düğmesi açık ve boynundan daha açık tonda bir mavi kravat sallanan adama doğru, adımlarımı mümkün olduğunca kararlı atarak ve ahşap zemine mümkün olduğunca sert basarak gidiyorum. Masanın önünde duruyorum. Oda, Wagner’in Lohengrin operasında bir es kadar sessiz. “Cihan Bey?” diyorum. Odaya girip masasına yürüyüşümü seyrederken zaten yeterince tedirgemiş çivit gömlekliye. “Cihan Bey yok, ne işiniz var Cihan Bey’le?” diyor, sağ yanağı seğiriyor, görüyorum. Artık odadaki herkes benim kadar sinirli, havada zift kokusu var. Jimmy Jip kumandalı bir kamera hızla girdiğim kapıdan, önünde olduğum masanın tepesine kadar gelip, çivit gömlekliyle beni kuşbakışı görüyor şimdi. Saçları tepesinden hafifçe açılmış çivit gömleklinin, bu açıdan bıyıkları alnından çıkıyormuş gibi görünüyor. Ben yukarıdan bakınca kendime, tıka basa aşağılık kompleksiyle doluyorum. “Sensin lan Cihan, yalan söyleme!” diye bağırırken yarısına gelmiş sigaramı ceviz kaplı masasının üzerine sertçe bastırıp, elimi sağa sola çevirerek söndürüyorum. Göz gözeyiz. Kamera sanki bu anda sağdaki cama doğru açılıp, ikimizi “öpüşeceğiz film bitecek” açısından çekiyor. Sağ omzuma örs gibi oturan bir elle kayboluyor kamera. Beni aniden yüz seksen derece çeviriyor sahibine doğru örsten el. “Benim lan Cihan, ne istiyorsun”. Cihan olduğunu iddia eden adamın örsten elini elimin tersiyle omzumdan atıyorum. İki nokta arasındaki en kısa mesafeyi kullanarak bakıyorum gözlerinin içine. Çırpılarca susuyoruz.

Sanırım hatırlıyor beni, hatırlamasından kaynaklanan şaşkınlıktan yararlanıyor, istavrit desenli gömleğinin yakasını kavrayıp çekiyorum Cihan’ı kendime, iki nokta arasındaki mesafe kibrit çöpü kadar kalıyor. Gözbebeklerinde yaralar var. Bir gözü maaş kuyruğunda kalpten ölmüş bir emekliye ait sanki. Diğer gözü senelerce hiç kara görmemiş bir denizcinin ve öylesine göçük ki gözleri çukurlarına, atlayıp intihar edebilirsiniz. Suskun çırpılar tükeniyor.

“Neden lan, neden?” diye gömleğinden sarsarak bağırıyorum olanca gücümle. Şimdi elimin titremesi mi sinirimden, kalbinin atışları mı Cihan’ın istavrit gömleğini titreten, anlayamıyorum. Cihan ve odadakiler bir çullansa üstüme işim orada biter. Biliyor suçunu Cihan, sesini çıkarmıyor. Odadakiler de sanırım anlıyorlar. Kendime ve haklılığıma artık daha çok güveniyorum; Savurduğum gibi Cihan’ı cumbanın içine, yaslıyorum pencereye. Yaşlı pencere pervazları çatırdıyor, onca seneye dayanan çerçeve Cihan’ın sırtıyla mı kırılacak! Çivit gömlekli arkama doğru hamle yapıp koltuk altlarımdan yakalıyor beni, geri çekiyor. Cihan’ın gömleği elimde geri doğru sendelerken, istavrit gömleğin düğme kalınlığı, ayrılıp gömlekten elimde kalıyor. Birkaç adım geriye tökezleyip, çivit gömlekli altımda ben üstte, düşüyoruz yere. Elimde bir parça istavrit desenli kumaş yerde bağırıyorum: “Neden lan, Neden?”.

Cihan şaşkınlığından kurtulup yerde olmamdan yararlanarak, çullanıveriyor üzerime. Dayıyor göğsünü göğsüme, iki yakamdan yakalayıp kendisine doğru çekiyor, altta çivit gömlekli ezilecek. “Sus” diyor Cihan, “Sus ve git, soru sorma!”. Bana vuracak sanıyorum, ikisinin arasında ezilip öleceğim sanıyorum, tavandaki işlemelere takılıyor gözüm, 1800’lerin sonu İtalyan işlemeleri sanıyorum. Çivit gömlekli ikimizi birden atıveriyor üzerinden, ayağa kalkıveriyor, bize bakıveriyor dikilip. Beynime giden kanı Cihan’ın örs elleri boynumdan, vücudu vücudumdan engelliyor. Gümüşi istavrit gömlek koyu kahverengiye ve yavaş yavaş siyaha dönüşüyor. İtalyan işlemeli tavan uzaklaşıyor, işlemeleri dantel olup üzerime dökülüyor. Gözlerim kapanıyor.

Kanın beynime tekrar yürüdüğünü hissediyorum bir süre sonra. Beynim, kısır kraliçesi alkolik olmuş, soyu tükenmekte bir karınca imparatorluğunun yuvası. Açıyorum gözlerimi, tavan iyiden iyiye yaklaşmış ve daha bir hastane beyazı sanki şimdi. Yanı başımdaki hemşire “Günaydın” diyor, serumu değiştirirken. “Kim getirdi beni?” diye soruyorum. Cihan adında bir hanımefendi getirmiş… Nasıl yani? Bir de kart bırakmış bir ihtiyaç olursa aransın diye. Kartı istiyorum hemşireden, yatak kenarı dolabının üzerinden iki parmağı vasıtasıyla veriyor kartı. Kolumu güçlükle kaldırıp alıyor ve bakıyorum: “Cihan Boltram; Boltram Grafik- Animasyon”. Ya istavrit gömlekli birkaç saat içinde cinsiyet değiştirdi, ya da ben bir yerde hata yapıyorum.

Mart ayı, İstanbul soğuk. Yaşadığım küçük travmanın da etkisiyle zayıf düşen bedenimi gripten kurtarmaya çalışarak ve 7/11’e hayati ihtiyaçlar siparişleri vererek iki günü evde geçirdim. Saatlerce yataktan hiç kalkmadım bazen, bazen pilavın tabaktaki son birkaç tanesi kadar ele avuca sığmaz oldum. Litrelerce çay, kahve, kuşburnu, keçi boynuzu, nane limon içtim. Defalarca kartta yazan telefonu çevirmeye gitti elim de çeviremedim, “Bana adam sandığım Cihan’ı bağlayın lan!” diyemedim. İki gün boyunca nerede hata yaptığımı anlamaya çalıştım, Internet de her derde deva olmuyordu işte!

Üçüncü günün sabahı uyanıp sabunsuz bir duş aldım. Bir tarafı çürümüş domatesin sağlam tarafını soyup, beş zeytin, bir tutam lor peynirin içine doğradım, üzerine de zeytinyağı ve az limon. Oturmadan mutfakta ekmeği bana bana yedim. Cihan Hanım’a gitmeye kararlı, evden çıkıyordum ki telefon çaldı.

– Buyurun, çekinmeyin, ben Emrah!
– Pardon rahatsız ediyorum, ben 7/11’den arıyorum, rahatsızmışsınız geçmiş olsun?
– Eve doktor servisiniz de mi var? Bir dahiliyeci, bir psikiyatr lütfen.
– Efendim anlayamadım?
– …………
– Af edersiniz rahatsız ediyorum, buraya sizin adınıza bir alışveriş yapılıp bırakıldı, müsaitseniz eve getirecektik de?
– Nasıl? Kim? Niye? Ne zaman?
– Cihan Bey! Kendisi kartını bıraktı, başka bir ihtiyacınız olursa kendisini aramanızı, rahatsız etmemek için gece geç saatte kapıyı çalmak istemediğini söyledi.
– Bey olduğuna emin misin?
– Anlamadım, pardon?
– Yok bir şey yollayın paketleri, kartı da tabii…

Kapattık telefonu. On dakika kadar sonra 7/11’in üç elmanı 15 kadar büyük poşete doldurulmuş envai yiyecek içecek maddesi getirdi. Torbalarda beş adet litrelik ayran, beş adet altılı soda, iki koli bira, dört şişe Jack Daniel’s, beş büyük rakı ve tür tür saymak olanaksız kahvaltılık vardı. Evet bu Cihan kadınsa beni tanıyor, erkekse ortaya çıksındı. Paketleri getiren çocuklara bahşişlerini bir daha asla beni unutamayacakları miktarda verdikten sonra, hemen getirdikleri karta baktım: “Cihan Boltram; Boltram Grafik-Animasyon” … Çıkarken evin kapısını kapattım mı hatırlamıyorum.

Yine işi olmayanın kendisini aşmaması gerektiğini iddia eden kapının önündeyim. Girmeden karta bakıyorum bu kez. İki kart birbirinin aynı ve evet bu adres ve bu kapı kartlarda yazan. Beş benzemez var şimdi elimde. Rest deyip dalıyorum kapıdan içeriye.

Bu ne peki? Bambaşka dört kişi var şimdi içeride. Tüm dekorasyon değişmiş, odanın duvarlarında mimari çizimler asılı ve bir tabela, yerde asılmayı bekleyen: “Prime Time Mimarlık”. Ne bir istavrit desenli gömlek, ne çivit mavisi, ne de hastane beyazı kalmış.

“Buyurun” diyor, büstü güzel, gözleri okunaksız kız. “Asıl siz buyurun” diyorum, aklımı daha fazla zorlamalarından korkup çıkıyorum taze mimarlık bürosundan. Çıkarken: “Burada işim var benim onun için geldim, sanmayın bir hatadır, sanmayın kapıdaki yazıyı umursamadım, sanmayın bir daha karşılaşmayacağız” diyorum.

Beyoğlu’nda yürürken Galatasaray’dan Taksim’e doğru ve tüm selpakçıları, tüm tramvayları, tüm döner kokuları, tüm karşı cins avcıları üzerime gelirken Beyoğlu’nun, tek bir tabelada bile “Cihan” adı bulamıyorum.

Eve geliyorum, Cihan cinsiyetsizinin ısmarladığı Jack’lerden birini açıyorum elbette, elbette bir İrlanda ahşap kadehine dolduruyorum, elbette Internet’e girip Hafif’i açıyorum. İlk kadehi tadını bile almadan indirip mideye, ikincisini kokluyorum önce. Şimdi tam zamanı; şimdi başlamalıyım yazmaya, yarın olacakları beklemenin ne anlamı var. Ve:

“İşi olmayan giremez” yazılı kapıyı süratle açtım. İşim vardı. O yazıyı yazanın düşündüğü tür bir iş değildi benim orada bulunuş nedenim ama işim vardı gerçekten ve bu kuzu ciğeri gibi sinirli halimde, bana işimin ne olduğunu soracak bir yiğit olamayacağını düşünerek, kapıyı açtım ve girdim……