Bu soruyu konuyla ilgili bir kitabın reklam afişinde görünce, aklıma ilk gelen, “Merhum kör idiyse badem gözlü olur, kel idiyse sırma saçlı olur.” cevabıydı. Kitapta ne yazıyor, okumadım. Ama İslamla ilgili kitaplar satan bir mağazada asılı olduğuna göre, herhalde İslami anlayışa uygun cevaplar içeriyordur.Sadece İslamda değil antik dönemden bu yana bütün kültürlerde bu meş’um soruya cevap arandığını görüyoruz. Bütün kültürler de farklı farklı cevaplar bulmuş maaşallah. Cevapların hiç biri birbirine benzemiyor, sadece birbirine yakın olanlar var, kültürel etkileşim nedeniyle olsa gerek. Bu ne hayal gücüdür, ne fantazidir. İnsan insanların yaratma, uydurma yeteneğine şaşıyor. Bütün kültürlerin yaklaşımlarını ele almaya kalksak, kitap yazılır. Bunun için sadece Eski Mısır’dan ve Eski Yunan’dan örnek verebiliriz. Ama temelde Eski Yunan’dan Japonya’ya kadar bütün kültürlerde, yaygın inanışlar, ölümün insanı mutlak bir yok oluşa, hiçliğe götürdüğünü kabullenmek istemeyen insanlara, onları üzmeyecek, kaygılandırmayacak cevaplar sunmuştur diyebiliriz. Eski Mısırlılar kadar “Öldükten sonra ne olcam ben yav?” sorusuna kafayı takmış bir kültür ya da bir kavim, dünya yüzüne bir daha gelmedi. Adamlar ve kadınlar akıllarını öylesine bu soruyla bozmuştu ki, ölümden sonra yaşayacaklarına inandıkları ikinci ve sonsuz hayat için, maddi güçleri, sosyal konumları yettiği ölçüde, hayat boyu hazırlık yapar dururlardı. İkinci hayatlarının keyfini sürmek, hayattan kam alabilmek için önemli bir şart olarak kabul ettikleri şeylerden biri, cesetlerinin yakışıklı veya güzel olarak, bozulmadan korunmasıydı. Bunun için mumyalama zanaatınıgeliştirdiler.

Mumya Geri Dönüyor
Mumya Geri Dönüyor

Ayrıca, işi garantiye almak için mezarlarına bol miktarda portrelerini, heykellerini, cepheden ve profilden boy resimlerini koydururlardı. (Eski Mısır’da hem cepheden hem profilden görüntü olayını tek resimde halleden becerikli ressamlar vardı neyse ki. Böylece hem daha ekonomik, hem daha pratik şekilde insanların suretlerini ölümsüzleştirebiliyorlardı.)

Eski Mısır resmi
Eski Mısır resmi

Asıl mesele mezarların yaptırılmasıydı. Parası olanlar, bugünün 3+1 salon salomanje evleri büyüklüğünde mezarlar yaptırıp, maaile mumyalarını koydurtuyorlardı. Ayrıca öldükten sonra lazım olacak kap, kacak, süs eşyası, elbise, pabuç, mücevher, eh işte, Ra ne verdiyse mezar odalarına yerleştiriliyordu. Hele mevta sağlığında firavunluk ediyor idiyse, öyle üç oda bir salon yetmezdi tabii. Kocca kocca piramitler inşa ettiriyorlardı, ki bunlar hala duruyor, durduğu yerden Mısır’a turist çekiyor, Mısır’a gezi düzenleyen acentalar ve Mısırlı otelciler, yaptıranlara rahmet okuyor. En büyüğü firavun Khufu’nunki. Adam ne haris, ne kifayetsiz muhterismiş be dedirtiyor. Piramitlerin en büyüğünü ben yaptırcam diye nasıl kasmış. otuz küsur yılda tamamlanmış piramit. Ottuz küsur yıl, Afrika güneşi altında yüzlerce köle bir Khufu mendeburunun kaprisi için, insan boyundan büyük taşları taşıyarak geberene kadar çalışmışlar. Neyse firavun miravun, ölünün arkasından fazla konuşmayalım, cevap hakkı doğuyor, cevap da veremiyor, yazıktır. Haa bu arada zavallı Eski Mısırlıların onca çabası boşa gitti tabii neticede. Hayır, ölüm tanrısı Osiris‘in ülkesinde mutlu mesut ikinci hayat planlarından geçtim, ne mumyaları, ne mezara koydukları hazineleri kondukları yerde duruyor. Kapanın elinde kaldı hepsi. Kıymetli eşyayı önce Mısırlı mezar soyguncuları, sonra da Fransız ve İngiliz çapulcuları yağmaladı, çapuldan arta kalan ganimetler Louvre’da ve British Museum’da ve çeşitli diğer müzelerde duruyor. Müzelere konmayan mumyaları da İngilizler trenlerde kömür niyetine, yakıt olarak kullandılar bir süre. Ölümden sonra ruhun dinleneceği kalıpların çoğu yandı gitti Marmara çırası gibi. Hak mı, reva mı bu yani. Yazık, çok yazık.Eski Mısırlılara, ölüme ilişkin takıntılarına dayanarak, yazıda epey yer ayırdık.Antik Yunan kültüründe de ölümden sonra ne olacağına ilişkin farklı farklı inançlar farklı dönem ve çevrelerde bir arada varoldular. Bir inanca göre insan ölünce bu dünyadan farklı bir yere gitmez, ama yok da olmaz. Bir ruh veya hayalet olarak dünya yüzünde gezmeye devam eder. Bu oldukça sıkıcı bir durumdur, çünkü eskiden birlikte yaşadığın insanların arasında gezsen de, onlar seni göremez, duyamaz. Aralarına karışamazsın. “Merhaba Epicurus Abi nasılsın?” deyip selam veremezsin. Yiyemez, içemezsin. Dünyadaki olaylara ve varlıklara, olağanüstü durumlar hariç, müdahele edemezsin. Paso gezer dolaşırsın. Bir süre sonra bu, bayar tabii insanı. Ölsem de kurtulsam, diyemezsin çünkü zaten ölüsün. Yunanlılar, Mısırlıların ölümden sonra hayata ilişkin beyhude çabalarını uzaktan görüp belki de tiksinmiş olacaklar, onlar kadar abartılı hazırlıklar yapmazlardı. Ancak yine de mal canın yongasıdır deyip, ölüyü bir kaç parça değerli eşyayla birlikte gömme adetleri vardı. Ölenin cesedini de yakarlar ya da gömerlerdi. Böylece ruhu gezip dolaşmakta özgür kıldıklarına inanırlardı.Eski Yunan’da Orpheus’çulara göre, öldükten sonra insan ruhu Olimpos’ta ikamet eden tanrılar tarafından sorguya çekilir, yaptığı işlerin hesabı sorulurdu. Phytagorasçılarsa reenkarnasyona inanıyordu, öldükten sonra ruhunuz bir köpek ya da kedinin bedenine girebilirdi. Bu noktada Hinduism ya da Brahmanism’den kopya çektikleri görülüyor. Yalnız Aristove Epikür, ölümden sonra yaşam fikrine karşı çıkıp Eski Yunan insanının canını sıktılar.

Epicurus
Epicurus

Aristo, gayet nobran bir şekilde, “Bedeniniz yok olduğunda her şey biter,” diye kestirip atarken, Epikür de bu fikrin yarattığı dehşeti, “Korkmayın, ölünce ne zevk duyar ne azap çekersiniz. Bir şey hissetmeyeceğiniz için de korkulacak bir durum değildir. Onu bunu bırakın da, hayattan kam alın,” buyurmuşsa da, söyledikleri bir kısım insanların pek hoşuna gitmemiş olacak ki, sonraki tarihlerde her neviden ölümsüzlük öğretisinin peşinden koşmaya devam etmişler, ediyorlar. Fakat kanımca asıl kafa yorulması gereken soru, “Ölümden önce hayat var mı?” sorusudur.