“Beni neden duymuyorsun anne?” dedi çocuk.Ama içinden söyledi bunu. Çünkü sese dönüşseydi kelimeler, şimdikinden farklı olmayacaktı hiçbir şey, biliyordu.Annesi misafirleriyle sohbet ederken ne kadar da farklı görünüyordu oysa! O’na bu noktadan bakan biri, ‘anne’ kavramının içini bu kadar dolduran bir kadın daha olamaz, derdi. Şefkat kokuyordu her şeyi.En başta da sesi… Gülümsüyordu adeta. Karşısındakine ne söylerse söylesin, o gülümseyiş hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu geride: “Seviyorum seni… Onaylıyorum… Saygı duyuyorum düşüncelerine.””Anne, ben burdayım!” dedi çocuk, yine içinden. “Neden görmüyorsun beni?! Bu kadınlara gösterdiğin şefkatin onda birini neden ben hiç tadamıyorum? Sanki benim değil de bu koca kadınların annesi gibisin. Oysa onların hiç de ihtiyacı yok senin şefkatine. Küçükken yeterince duymuşlar o duyguyu. İçlerindeki çocuk çığlıklarını her seferinde susturmayı bilmiş anneleri.””Sen hiç duymuyorsun oysa o çığlığı. Küçük bir çocuğun çok büyük şeyler karşısındaki dehşetini hiç yaşamamışsın sanki… Hiç çocuk olmamışsın. Bu kadınlara bir şeyler anlatıp durmaktan vaz geç artık! Sesin bana gülümsesin bir kez de… İçinde güneş olan çok güzel bir masal anlatsın. O sıcacık aydınlıkta her şey yeni baştan tanımlasın kendini.””O zaman belki de bu amansız korkuyu duymam içimde şimdiki gibi. Senin gülümseyen sesinde her şey gülümsemeye başlar çünkü. Dünya küçülür… Avuçlarımda tutabileceğim kadar bana ait, sıcacık bir yer gibi görünür. Büyüyünce ben de bu kadınlar gibi şakrak kahkahalar atar, meydan okurum her şeye. Bana bakan biri hemen anlar şefkati tanıdığımı. ‘Bu kadın bir çocukken, içindeki çığlıkları duymuş annesi.’ der içinden. ‘Her seferinde onları susturabilmiş.’ ”