selimiye’nin iki adet gibi görünen minarelerine doğru yol alıyorum. neredeyse 5 yıldır geçmediğim yollar. hatırladığım şehir, çehresini değiştirerek beni şaşırtmaya çalışmış. eski otobüs terminalini geçerek eski cami’yle, selimiye cami’nin arasına geliyorum. kısa bir türk kahvesi molamı, karşımda eski cami’yi , arkamda selimiye’yi, sağ tarafımda da Hadrianus’in surlarını ve üç şerefeli cami’yi alarak konuşlanabileceğim çay bahçesinde veriyorum.güneş hafiften ısıtarak mart ayı soğukluğunu kırıyor, üniversiteli olduğunu tahmin ettiğim bir çok genç etrafımdaki masalara yayılmış karasal iklimin soğuk gecesinin ardından çaylarını içiyor. kızları en az iki kere bakılacak kadar güzel, yolları temiz, hizmet eden garson gülümsüyor, kahve ise idare eder bir pozisyonda. parıldayan güneşin yardımıyla kendimi şarj edip, yaklaşık 240 km’lik boş otoban yorgunluğunu atarak yapılacak işlerimi çabucak hallediyorum. pek açlık hissetmesem de istiklal ilkokulu’nun yakınlarına arabamı park edip, ara sokaklardaki eski evlerin hatrına yolumu uzatarak kılıç ali paşa çarşısının orta kapısındaki ciğerciye yürüyorum. yaprak ciğer, kızarmış kuru kırmızı biber ve plastik kapaklı küçük süt şişelerini anımsatan şişelerde gelen açık ayran. enfes. keşke sabah, ana cadde üzerindeki mandraların kahvaltı yerlerinde kahvaltı etseydim(malzeme olarak sadece; edirne yağlı koyun peyniri, sıcak ballı süt, tereyağ ve bal bulunur, öğlen kapanır). bir dahaki sefere.arabamın kapılarını kilitlemeyi unutmuş olduğumu fark etmemi, herhangi bir çalınma durumu olmadığı için pek önemsemiyorum. eski yıkık sinagogun önünden süzülerek, açık pazar yerinin yanından tunca ve meriç’in üzerindeki köprülere doğru yol alıyorum. buraları hatırladığım gibi, yanından geçtiğim yangın kulesi, muhteşem köprüleri hala eski ve bakımsız. meriç üzerindeki köprüyü geçtikten sonra hızımı biraz daha arttırıp, önce yeşilliğin sonra tek katlı müstakil evlerin arasından karaağaç’a ulaşıyorum. bu sefer arabamı “ben burada rektör olurdum, teklif etseler valla olurum dediğim” trakya üniversitesi rektörlük istasyonu’nunçapraz karşı köşesindeki kahvenin önüne park ediyorum. bir yerlerden duyarak şarap festivalinin olabileceği umuduyla geldiğim mekan beni koca bir pankartla karşılayıp, şansın yok dostum, haftaya gelsen beleşe şarap içerdin diyor. kader değil bu, sadece rast gelmeme olayı diye düşünerek şansızlığımı gizliyorum. üniversitenin kapısındaki görevliye yabancıyım ben, turistim diyerek geçiyorum. önünden geçtiğim anıt ağaç pek bir yeşil duruyor yaşına rağmen, işlemeyen bir lokomotif sonra da lozan anıtı. aha işte karşısı yunanistan.sakin kahvenin önünde, ağaçların gölgelediği masalardan birinde çayımı yudumluyorum. çay ucuz, benimse bozuk param yok; bir çay daha içiyorum, bu benim bozuk param olmadığı gerçeğini değiştirmediği için bir tane daha içiyorum. hiçbirşey huzuru bozmuyor çevrede, yan masada oturan adam oturduğumdan beri kıpırdamıyor, üniversite kapısındaki görevli öylece bakıyor, kahve sahibi olduklarını tahmin ettiğim bay ve bayan makul seviyede heyecansız konuşuyor, rüzgar bile esmiyor. ben bir de kapıkule tarafına gideyim bari, ya da en iyisi selimiye’yi tekrardan gezeyim, orada ters birşeyyoktur herhalde.