Hayat gerçekten çok absürd, bu yüzden de bununla ilgili bir yazı yazmaya karar verdim.
Her şeyden önce absürt’ün tanımıyla sanırım konuya girmeliyim: 20. yüzyılda ortaya çıkan, mantık zinciri doğrultusunda ilerlemeyen, tuhaflıklar tiyatrosudur
absürt. Basit bir örnekleme yapacak olursak eğer: sınıfta iki öğrenci arasında ağız dalaşı çıkması absürt değildir, ama bir öğrencinin birden takla atarak kapıya doğru ilerlemesi absürttür. Traji-komiktir absürt. Saçmalıklar arasında sıkışmış derin anlamlar içerir, ama ilk izlenim insana anlamsızlıklar dizisi gibi görünür. Her an her şey olabilir. Gariplikler birbirini takip ederken, her şey olabildiğine sıradan görünür. Bir odada geçer, sokakta geçer ama dekor genelde abartılı değildir. Her şey sadeleştirilmiştir, diyaloglar, karakterler… Ağdalı konuşmalara pek yer verilmez. Tekrarlar üzerine kurulu olduğu da söylenebilir. Sessizlik, duraklama belli başlı özellikleridir. Genelde karakterler arasında iletişim kopukluğu söz konusudur. Karakterlerden birisi diğerine göre daha seri düşünür ve konuşur, bu yüzden hep bir adım önde ilerler. Biraz daha yavaş işleyen beyniyle diğer karakter, sürekli aynı soruları yineler. Kafası hep bir yerlere takılı kalır. Kimi karakterler hayatlarının tüm sıkıntılarını ayakkabılarının ayağını sıkmasıyla açıklamaya çalışır. Ayakkabısı rahat olsa, aslında hayat da düzelecektir. Hızlı düşünme yetisine sahip olan karakter ise genelde sistemi sorgular. Ama bu hiçbir zaman, detaylı anlatımlarla olmaz. Çok basit gibi görünen sorular derin anlamlar içerir. Oyunun kaderi baştan çizilmiştir, pek çok şey darmadağın olacaktır. Ölüm, hayal kırıklığı, yabancılaşma hatta delirme gibi sonlar olağandır. Kimlik karmaşası içindeki karakterler, kim olduklarını, ne yaptıklarını ve ne için yaptıklarını sorgular durur. Samuel Beckett, Arthur Adamov,
Eugene Ionesco,
Jean Genet,
Harold Pinter, Edward Albee, bu türde eser veren belli başlı yazarlardandır. Martin Eslin bu tarza tanımlama koyan ilk eleştirmendir. Absürt kategorisine girebilecek özellikleri sıralamış, ancak başlarda pek çok çevrede tepkiler almıştır. Yayınlanan eserlerin içeriği ve onlara gösterilen ilgi sayesinde zamanla absürt, edebiyattaki yerini almış, kendini bir tür olarak kabul ettirmiştir. Ve şimdi de ben, hakkında bilgi sahibi olduğum bir iki yazardan bahsetmek istiyorum izninizle (izin vermeyenler artık okumayabilir):
Samuel Beckett “Waiting For Godot” adlı eserinde, sadece bir ağaç ve birkaç garip tipleme kullanmıştır. Kahramanlarımızın adı: Vladimir ve Estragon. Aristokratlara benzerler, ama bulundukları ortama ait değil gibidirler. Sahnede sadece bir ağaç vardır, Vlademir ve Estragon birilerini beklemektedirler. İngiliz aristokratları gibi ama dokuk giyinmiş bu iki tipin isimleri ise Rus isimlerini andırır. Mekansızlık ve kimlik sorgulaması böylece oyunun başında başlar. Hep Godut’yu beklerler. Ama tam olarak neyi bekledikleri belli değildir. Kimi yorumculara göre tanrıyı beklemektedirler, bahsi geçen Godot adını, İngilizce tanrı anlamına gelen “God” kelimesiyle bağdaşlaştırmaya çalışırlar. Kimilerine göre ise hiçbir şeyi beklemezler. Beklemek onları sadece hayata bağlayan bir unsurdur. Artık Godot’nun gelip gelmemesi bir önem içermemektedir. İntihar etmek yerine iki kafadar, bekleme eylemini tercih etmişlerdir. Aslında Godot’nun gelmesi halinde hayatlarına ne olacağına dair hiçbir fikirleri yoktur. Beklemek ulaşılmak istenen bir amaca araç olmaktan çok, yaşama amaçları haline gelmiştir. Oyuna kısa bir süreliğine de olsa iki yeni tipleme girer. Sahip (işveren) ve köleyi (işçi) (Lucky ve Pozzo) canlandırırlar. Düzene uzanan sivri bir eleştiri okudur. Diyaloglar çoğu yerde anlamsızdır, karakterler adeta kendi kendileri ile konuşurlar.
Harold Pinter, eserlerinde, absürte kendine özgü yeni elementler eklemiştir. Onun hemen hemen bütün eserleri bir odada geçer. Oda, ana rahmini ve soyutlanmayı temsil eder. İçeridekiler ve dışarıdakiler olmak üzere iki grup söz konusudur. İçerisi huzuru, korunmayı simgeler. Dış dünya, yani dışarıdakiler her zaman tehdit içerir. Karakterler genelde erkektir, kadın rolleri çoğunlukla anne figürünü simgeler. Kadınlar, koruyucu, şefkatli ve ilgilidirler. “Aldatma” adlı eserine kadar Pinter, oyunlarında kadınlara ne bir sosyal statü vermiş, ne de adam akıllı rol tanımıştır. Yahudi kökenli olmasından da kaynaklanma ihtimali oldugu düşünülen dış dünya korkusunu, “Aldatma” adlı eserinde yenmiş görünür. “Aldatma”da yer alan her iki kadın karakterin de işi, kendilerine ait sosyal hayatları vardır ve artık karakterler odalarından dışarı çıkmışlardır. Oda figürüne geri dönecek olursak, genelde odaya dışarıdan bir ziyaretçi gelir. Bu ziyaretçinin nereden ve ne için geldiği çoğu zaman bilinmez ve hatta sorgulanmaz. Gelirler, ya karakterlerden birini öldürürler ya da onu açıklama yapmaksızın sığındığı odasından alıp giderler. Olayların geçtiği mekanlar genelde çok odalı, eski ve ucuz pansiyonlar ya da gecekondulardır. Dışarıdan gelen tehditin simgesi karakterlerin, oyuna davetsiz misafir olarak girmesiyle anlaşılır ki, ana rahmini terk etme ve gerçeklerle yüzleşme zamanı gelmiştir. Bu kimi zaman ölüme, kimi zaman da kayboluşa yol açar. Bunu hiç kimse engelleyemez. Koruyucu anne bile! Karakterler, hayatta kendilerine bir yer oluşturmaya çalışırlar, var olmaları için bir sebep ararlar. Yaşamın bir anlamı olmalıdır ve tutunacak bir dal yakalayabilmelidirler. Kurban değil, kahraman olmak isterler.
“Dumb Waiter” adlı oyununda yer alan iki karakter (Ben ve Gus) gündüzleri kapalı ortamda çalışan, geceleri ancak dış dünya ile yüzleşen iki kiralık katildir. Sistemin birer parçası, vidalarıdır. Belirlenen adrese giderler, kurbanın içeri girmesini bekler, öldürdükten sonra hiçbir şeyi sorgulamadan mekanizmanın temizlik işini yapan birimine görevi teslim edip, (vardiya değişimi gibi değil, ancak kendilerinden sonra eve temizlik biriminin geleceğinin bilincindedirler) olan her şeyi unuturlar. Ancak “Dumb Waiter”da her şey karışır. – Pinter’in eserlerinde olaylar doruk noktasında başlar, ne geçmiş ne de gelecek ayrıntı ile anlatılır. Karakterler arasında geçen konuşmalardan ancak geçmişte olan olayları anlayabiliriz. Hiçbir mantıklı açıklama yapma ihtiyacı duymaz Pinter, çünkü hayat mantıksızdır. Realistlerin anlamsız detaylara girdiğini, ders verme çabası ile yanılgı payı yüksek saptamalar yaptığına inanır. O ise eserlerinde mümkün olduğunca geçmiş ya da karakterin kişiliği ile ilgili açıklama yapmaz. Olacak olan olaylar bütün temayı şekillendir- “Dumb Waiter”da aksaklıklar söz konusu olur. Her şey gitgel dolaptan (dumb waiter) gelen saçma sapan yemek siparişleriyle karışır. Sistemde bir arıza vardır. Sorgulamaya zaman ayırmayan ikilimiz, ellerinde bulunan malzemelerle istekleri yerine getirmeye çalışırlar. Oysa üst katta işlevsel olan bir restoranın varlığı söz konusu bile değildir. Karakterlerden birisi yaptıkları işi sorgulamaya başlamıştır, ki bu tehlike demektir. Sorgulamaya başlamasının ana nedeni, en son öldürdükleri kurbanın kadın olmasıdır. Neyse kaptırdım, neredeyse tüm hikayeyi anlatacağım. Sonunu da okuyunca öğrenin derim. Beklenmedik bir şekilde son bulan hikaye bize şunu gösterir: Sistem sorgulanmaya başlanmıştır, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kurban kahraman, kahraman da kurban olabilir. İçerdekiler, dışarıdaki olabilir. Mekanizmanın işleyişine zarar verebilecek her şey tehlikelidir. Pinter, bu oyununda, 20. yy.da işlemekte olan uzaktan kumandalı mekanizmaya savaş açmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının bilincinde olan Pinter, iletişim kopukluğunu da hemen hemen her eserinde dile getirir. Karakterler birbirlerinin ne dediğini dinlemeksizin konuşurlar. İkna etme, anlama, uzlaşma gibi bir çaba söz konusu değildir.
“Aldatma”, günümüz ilişkilerine ayna tutan, işlenişi ile de kendine has yenilikler içeren, bence kesinlikle okunması gereken bir oyun. Olaylar sondan başlar. Zaman sıralaması karmaşıktır. Pinter zaman kavramını birbirine katarak, genel anlayışa da ihanet etmiştir. Oyun baştan sona ihanetin pek çok çeşitini içerir. Aşk, iş, dostluk, aile, zaman her şey aldatılmıştır. Karakterler kendi kendilerine bile ihanet ederler. Güvensizlik olağandır. Oyunun garip işlenmiş zaman sıralaması sebebiyle, izleyici/okuyucu ne olacağını değil, ne olduğunu merak eder. İzleyici/okuyucu dahi aldatılmıştır. Bu oyunun diğer Pinter eserlerinden farklı olan en büyük özelliği, daha önce de bahsi geçtiği gibi, artık oda unsurunun, anne rahminin terkedilmiş olması ve kadınlara da sosyal statü tanınmasıdır. Artık Pinter dış dünyaya açılmış, kadınlara da özgürlük tanımıştır. Kadın evde temizlik yapan, ve kocasına/oğluna kol kanat geren anne figürü değildir. Kadın, artık kendi ayakları üzerinde durabilen, kocasıyla eşit denebilecek kariyere sahip, hatta eşini aldatan bir bireydir. Hernekadar kimi sahnelerde kadına dair eski düşünce tekrar hayat bulsa da, bu yenilik Pinter’in eserlerinde atılan en büyük adımdır.
Kısacası absürt, 20. yy insanını, savaş sonrası kuşağını, olabildiğince yalın bir şekilde gözler önüne serer. Yaşantımızın bir düğme ile sona erebileceğinin bilincinde olmak, bizleri yabancılaşmaya, yalnızlığa ve hatta zaman zaman bunalıma iter. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, insan hayatı pamuk ipliği kadar ince bir kordonla dünyaya bağlıdır. Yeni yüzyılda, bu yaşama tutunmak için daha güçlü olmak gerekmektedir. Sistemin çarklarından biri olmayı reddeden her bir birey, ya sistem tarafından yok edilecek, ya da kendi kendini yok edecektir. Sistemde eksilen küçük bir vidanın bile yokluğu, bu koca mekanizmaya zarar verebilir. Bu nedenle sistem, kendine sürekli yeni vidalar üretmektedir. Ancak, bozulan ya da başkaldıran vidaların sayısı artar ve birbirini etkilerse bir şeylerin değişebileceğine olan inanç da yitirilmiş değildir.
Son olarak ben de diyorum ki; hayat gerçekten absürttür. Her birimiz bu hayata tutunma çabası içinde bir hiç olmadığımızı, önemli olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. İletişim kurmanın bin bir yolunu deniyoruz. Shakespeare, hayatın trajedi olduğunu söylemiş zamanında, komedilerin mümkün olmadığını dile getirmiş. Yeni yüzyılda da bence hayat absürttür, değildir diyenlere de belki doğrudur derim ama inanmam. (Ki bu benim düşüncem olmaktan öte, has be has H. Pinter’in düşüncesidir. Dolayısıyla aslında benim burada kullanmam gereken ifade de, “Pinter’la hem fikirim” demek olmalıydı. Ama biraz kendimi poh pohlayayım dedim. Yine beceremedim.) Çünkü hayatımda gerçekten inanılmaz tuhaflıklar oluyor. Odaya kapanmak istediğim zamanlar da çok, erkek olmasam da, ben de ana rahmini özlüyorum. Varlığımın amacını sorguluyor, kendime bu dünyada bir yer açmaya çalışıyorum. Bazen yabancılaşıp, bazen coşuyorum. Ve hayat öylece sürüp gidiyor, bütün tuhaflıklarıyla…
yorumlar
Dönem ödevini dayamışsınız burnumuza sevgili arkadaşım ya…
Hocanıza verdinizmi bari gerisini A4 olacak ona göre 2 ara…..
normal yaziyoruz, geyik diyorlar; guluyoruz, laf sokup susturuyorlar. Ben de “soyleyken boyle” yaziim dedim. Hatta donem odevi gibi olmasi icin de ozellikle hic renk vermedim. Catliyordum vallahi yazarken. Verilen bilgilerin %90’i dogrudur. Hadi bakalim dedim buna da geyik desinler, kaynakca verecektim. Size de bisii begendirilmiyor. Alla alla… Bu da olmadi 🙂
ellerin, gozlerin dert gormesin. nasi’ da uurasmis, emek harcamissin. supersin! optum. 🙂 saksiper senne gurur duyuyo olmali. ya da ne biliim beckett, pinter. feylezof gibi bisiisin. 😉
Bayramda vermis oldugunuz begenilesi, iyi yazi sozu, biraz asparagas biraz da rotarli olsa da yerini bulmus oldu. Daha ilk ahkamdan yelkenleri suya indirip, “sakaciktan yapmistim, aslinda gulmekten catladim” tavri da pek inandirici gelmedi.
Neyse ki, sadece ozsuyu cekilerek ici bosalmis bir meyve ya da firindan erken cikarilmis lapa bir turta degil de, kultur firtinasi icinde , hortuma kapilmis basibos bir buyukbas oldugunuzu ispat ettiniz kendinizce sonunda.
Lutfen, konusu acilmisken derdime de derman olunuz. Plume adli bir kahraman vardi, karisiyla birlikte inanilmaz absurd kafakesme maceralari yasardi. Kitabin adi Plume idi sanirim, yazarini bir turlu hatirlayamiyorum, cildiriciiim…Bu konuda bir bilen aydinlatsin beni, sevaptir…
yine kaytardim, cunku absurd benim tez konumdu, sayfalarca yazdigim tezimden aklimda kalanlari uc bes linkle susleyip sundum. 🙂 Cunku bayramda paso eglenip, geyik yaptim. Plume konusuna gelince inanin bilmiyorum. Ama sizin icin arastiracagim. Ogrenirsem haberdar ederim.
bu ürünü sevdiyseniz bir de bunu deneyin.
Yazıdan çok yazara mı oy verilmiş? Bana mı öyle geliyor?
Tabi yazarın ilk ahkamdan sonra sazanlık yapmış olması ayrı bir irdeleme konusu.
Çok güzel olmuş. Edward Albee’nin Kim Korkar Hain Kurttan’ını okuduğumda “bi şeye benziyor ama nedir” demiştim tiyatrodan anlamayan biri olarak; Beckett deyince oturuyor yerine.. Godot kimbilir kaç yüz yazara daha ilham kaynağı olmuştur böyle.
dilerseniz absurd ile ilgili daha cok bilgi verebilirim size, cunku en sevdigim akimdir. (absurd ve takipcileri aslinda, ama acik konusmak gerekirse cok rahat yorum yapip, yaptigim yorumdan da emin olabilecegim tarz bu. Belki de absurde inandigim icindir, kim bilir…) “Kim Korkar Hain Kurttan”i ben de okudum -ki orijinal adi, “Who’s afraid of Virginia Woolf”tur ve ben Woolf’u da cok severim- onu okuyup da begendigine dair yorum yapan nadir insanlardansiniz. Paylasabilecek birilerinin bulunmasina sevindim… 🙂
…
bir uygarlik insa etme… sey ilkelerine… ilkesel olma ilkelerine dayali bir toplum olusturma zahmetine girersin… dogal duzenden iletilebilir bir anlam, insan zihninin dogal-olmayan duzensizliginden bir ahlak cikarmaya calisirsin… yonetim ve sanati yaratir, ikisinin de ayni seyler oldugunu, olmasi gerektigini anlarsin… seyleri en huzun verici noktaya… kaybedilecek bir sey olan noktaya getirirsin… sonra birdenbire tam o muzigin, insanlarin birseyler yaparken, birseyler icin ugrasirken cikardiklari tum o anlasilabilir seslerin arasindan Dies Irae cikagelir. nedir o peki? borazandan gelen ses nedir? kicina sok. butun o yillardan sonra hakli bir yani var galiba… kicina sok.
…