Orta yaşlarında, sarışın, güzel bir kadın, bir grup askerin tezahüratıyla denize giriyor. Kalabalık tamamen erkeklerden oluşuyor ve gittikçe kalabalıklaşıyor. Hepsi Alma’nın (Gudrun Brost) kendisine ‘hala çekici olduğunu’ kanıtlamaya çalışmasıyla dalga geçiyordu.Durum Alma’nın kocası Frost’a (Anders Ek) haber veriliyor ve Frost hemen denize gidip, Alma’yı çıkarıyor.Saf karakterli Frost, ‘kadın ve aşk ikilemi’ni sorgusuz sualsiz içinde taşıdığını bütün kasaba halkına ispat ediyor.
Ingmar Bergman, işte ‘aşağılama’ ve ‘aşağılanma’ hislerini, işte böyle anlatmaya başlıyor.

1918 doğumlu İsveçli yönetmen Ingmar Bergman, “Fanny and Alexander”, “Face to Face”, “Cries and Whispers”, “Saraband”, “Smultronstället” gibi başarılı yapımlara imza attı. 2007 yılında hayatını kaybeden Bergman’ın elini attığı her proje, sinema dünyasına bir ‘hazine’ kazandırdı.

Musik i mörker” (1948), “Fängelse” (1949), “Till glädje” (1950) gibi yapımlardan sonra gelen “Gycklarnas Afton”, Bergman’ın yönetmen doğduğunu yeni keşfettiği yıllarda çektiği drama altyapılı bir kara mizah.Yıllar önce, 1953 yılında Avrupa Ülkeleri’nde “Gycklarnas Afton” (veya “Sawdust and Tinsel”) adıyla gösterime giren film, Amerika’da daha sansasyonel bir isimle, “The Naked Night” olarak gösterime girmişti.Albert Johansson (Åke Grönberg), yıllardır sahibi olduğu gezici sirkiyle şehir şehir dolaşıp insanlara oyun sergileyen bir göstericidir. 3 yıldır karısı ve çocuklarından ayrı yaşayan Albert, kendisine ‘Anne’ adında bir metres tutmuş ve ‘mutlu olduğuna’ inanmıştı.3 yıl aradan sonra birgün, gezici sirkin yolu eski karısı Agda’nın (Annika Tretow) yaşadığı kasabaya düşer. Eski karısını görmeye giden Albert’in karışan kafası, metresi Anne’in kıskanmasına sebep olur. Anne’in kıskançlığı, hem Albert ile olan ilişkisini, hem de kadınlık gururunu zedeleyecektir.Albert ise, Agda tarafından reddedilmenin acısını yaşamaktadır.

Pişmanlık, aldatılmama, sadakat, şüphe, utanma, bencillik, aşağılama ve aşağılanma, aşk, özlem gibi duyguları harmanlayan Bergman, “Gycklarnas Afton” ile izleyicisine ‘hiçbir yere ait olamama’ hissini bir kez daha tattırıyor.