Torbada birkaç parça erzak, omuzlarındaysa tonlarca ağırlık, yorgun adımlarla döndü köşeyi. O derme çatma ev göründü az ileride. Ama hiç gülümsemedi adama. “Hoş geldin.” dercesine açılmadı perdeler. Tek bir kımıltı yoktu evde. Kendisini bekleyen tek bir gölge belirmiyordu pencerelerin gerisinde.

Bir baba geldi aklına. Yıllar önce seyrettiği bir filmde görmüştü onu. Gerçeğini hiç göremediği bir hayal kahramanı olarak kalmıştı hep zihninde. O baba aynen kendisi gibi, bir yoldan geçiyordu filmin bir sahnesinde. Akşam güneşi vuruyordu üzerine. İş dönüşüydü. Adam bir köşeden döndü. Bir ev göründü karşıda. Çok uzaktan bile görebiliyordu adam: Gülümseyen bir evdi bu. Kendisini bekleyen, hoş geldin diyen…O, köşeden dönünce gölgeler kımıldamaya, sahici insanlara dönüşmeye başlamış; gün boyu süren bir büyü bir anda bozulmuştu sanki.Şimdi kendisi o filmdeki adam gibi yaklaşırken evine, elindeki torbaya bir baktı şöyle. Dudaklarında alaylı bir gülümseme, durdu kaldı yolun ortasında. Filmdeki adamla kendisi arasındaki en büyük farkı sonunda bulmuştu çünkü. Mesele, hangisinin daha ağır geldiğiydi: Omuzlarındaki yükler mi yoksa elindeki mi? Eğer elindeki torba değilse belini büken, filmdeki adamınki gibi bir anlam olamıyordu yüzünde. O torba ne kadar boşsa, yüzün de o kadar boş, sürükleyip duruyordun bedenini. O zaman seni dört gözle bekleyen insanlar olmuyordu gittiğin yerde. Fakirliğin boşalttığı o torba gibi için de boşalıyordu çünkü. Ne bir baba oluyordun artık, ne de seni sen yapan herhangi bir şey…