Yorgundum. Açtım. Üşüyordum. Bir an önce eve atmak istiyordum kendimi. Kapıdan içeri dalmak, sıcağa kavuşmak… Hem dışsal, hem içsel olarak doya doya ısınmak istiyordum.Mutfaktan gelen hoş kokuları derin derin içime çekerek salondaki koltuğa uzanmak ve yarı baygın bir halde kumandayı elime alıp TV kanalları arasında dolanmak istiyordum.Mutfaktan bana yöneltilen sorulara, bu yarı uyur vaziyette, bulutların üzerindeymişçesine çok uzaklardan yarımyamalak karşılıklar vermek; mutfaktaki kadının cevaplarla çok da ilgilenmediğini, esas maksadının mutfakla salon arasındaki mesafeden bana ulaşmak olduğunu bilmenin rahatlığıyla, kelimelere önem vermeden, öylesine, sadece konuşmuş olmak için konuşmak istiyordum onunla.Okul, öğretmen, sınav kelimelerinin; mutfaktaki o kadının sesinde kazandığı yeni yeni anlamları duymak, onun sesinde yumuşamayacak hiçbir katı şeyin bu dünyada varolamayacağını hatırlamak istiyordum bir kez daha….Ve ‘Anne!’ demek istiyordum. ‘Hadi, çok açım! Yemek hazır değil mi hala?’ Mutfaktan çıkıp saniyesinde yanımda beliriverdiğini görmek, önce üzerimi değişip elimi yüzümü yıkamam gerektiğini söylediğini duymak istiyordum. O’nun… Annemin…Soğuktan kaskatı olmuş, anahtarı çevirmekte zorlanan parmaklarım, kapının zilini çalmanın onu açmaya yettiği günleri özlemle anmama yol açarken, bu düşünceler saniyeler içinde gelip geçtiler zihnimden. Geçer geçmez de, daha makul sayılabilecek bir hayale bıraktılar yerlerini. Artık özlemini çektiğim şey, asla gerçekleşmeyeceğini bildiğim, bulutlar kadar uzak bir hayal değildi. Şimdi sadece gittikçe ısınmaya başlayan parmaklarımın, anahtarı delikte çevirebilme yeteneğini yeniden kazanmasını ve beni kapının ardındaki sıcağa kavuşturmasını bekliyordum.Evet… Hiç değilse bu, hayal değildi. Gerçekten de sıcacıktı kapının ardı. Mutfaktan yemek kokuları gelmiyordu. Güleryüzlü bir kadın, dünyanın en önemli insanıymışım gibi karşılamıyordu beni. ‘Hadi, üstünü değiştir. Birazdan yemek hazır.’ demiyordu. Ama insan en çok ne’den şikayetçiyse, yine onunla ilgili şeylerle meşgul olur ya en çok. İşte ben de o an yalnızca üşümemle ilgili şeylerin varolup olmamasıyla meşguldüm.Hatta bu yüzden soğuğun güzel birşey olduğunu bile düşündüm. Evet… Güzeldi. Çünkü, bana sıcağın değerini hatırlatıyor, evde yalnız olduğumla ilgili bitmek bilmeyen düşüncelerden birsüre için de olsa uzaklaşmamı sağlıyordu. Ama biliyordum, bu geçici bir durumdu. Vücudum yeterince ısınınca… ve sıcaklığın anlamını unutmaya başlayınca, yine başlayacaktı düşünceler.Sınıf arkadaşımın evine ders çalışmak için gittiğim o günü hatırlayacaktım… Ve o evde, mutfaktan güzel kokular gelen bir evde yaşıyor olmanın nasıl bir ayrıcalık olduğuna tanık olduğumu… Çok küçük olmayan ama tam olarak da büyük sayılmayanların arasında benim gibi, okuldan dönüşte bu türden bir koku duymayı asla beklemeyenlerin gün geçtikçe artan sayılarını ve bu artışla gün geçtikçe daha çok sıradanlaşmalarını düşünecektim….Ve bir kez daha ‘Anne! Çay yok mu?’ diye seslenmek isteyecektim anneme, ders kitaplarımın arasından. O arkadaşım gibi…Arkadaşımın annesinin, bir gölge gibi yanımıza süzülmesini, dikkatimizi dağıtmamak için azami bir gayretle, nerdeyse nefes almaktan korkarak çaylarımızı ve çöreklerimizi masanın bir yanına yerleştirmesini hatırlayacaktım sonra. Evet… Bunu da hatırlayacaktım diğer şeylerin yanısıra.Çünkü; yaşıtlarımdan kimilerinin şu an evlerinde yalnız olmadıklarını, oysa benim yapayalnız olduğumu, bununsa hiç de adil olmadığını düşünmeme engel olan en önemli şeydi belki de bu görüntü. Arkadaşımın mutlu tebessümünden çok daha etkileyici… O tebessümün karşılığını bir gölgeye dönüşmekle ödeyen bir kadının görüntüsü……Ve ardından gelen başka bir kadın görüntüsü… Yorgun… Ve üşümüş… Belki biraz da asabi… İşyerinde gün boyu koşturup durmuş çünkü. Bana yemek hazırlamamış, evet! Okuldan dönüşte karşılamamış beni kapıda. Ders çalışırken çayımı, çöreğimi getirmemiş önüme. Her an birşey istiyor muyum diye, emre amade dolanıp durmamış peşimde… Bir gölge olmamış!Evet… Bu iki kadının görüntüsü gelecekti gözlerimin önüne… Ardından, onlardan hangisinin annem olmasını isteyeceğimi soracaktım bir kez daha kendime… Ve hiç düşünmeden ‘İlki…’ diyecektim. ‘Gölge olanı yani.’ Sonra, soru bir parça değişecek, hangisinin kendim olmasını tercih ettiğim şekline dönüşecekti… Ve o zaman da öncekiyle aynı derecede kesin bir tavırla ‘diğeri’ olduğunu söyleyecektim. Böylece de, annemden asla yerinde olmak istemeyeceğim bir kadının yaşamını sürmesini beklediğimi itiraf edecektim kendime.İşte bu çelişki yüzünden şimdi öfke duyamıyordum. Ama başka bir çelişki daha vardı ki, elimi kolumu bağlıyordu: Evet… Çalışan bir kadın olması yüzünden anneme öfke duymuyordum. Ama bir yandan da… Hala onun mutfaktan gelen sesini duymak istiyordum. ‘Yemek hazır!’ diyen sesini…