Oturduğumuz apartmanın alt katındaki düğün salonundan “Vur kazmayı kazmayı, vur çapayı çapayı” diye inildiyen kötü bir arabesk mahalleye yayılırken, udun içindeki o adam ki adı her rüyada Kevork olurdu, udun içinden çıkar Ada Sahillerinde Bekliyorum’u çalardı. Küf kokusuna incecik bir sümbül kokusu karışır zar zor uyumuş olan beni uyandırırdı. O zaman karanlık koridorda,odamdaki saatin tıkırtılarını dinleyerek, mutfağa yürürdüm.Her kapı aralığından biri çıkacak gibi olurdu. Korkardım. Bir el dokunacaktı sanki bana. Dokunup yitecekti. Rüzgârı özlerdim. Basık, havasız, sıkış tıkış bir yerdi Kurtuluş’ta oturduğumuz mahalle. Geceleri boğucu yapış yapış bir sıcak sarılırdı bodur apartmanların boynuna. Pencereler, duvarlar terlerdi. Bazen kalorifer dairesinden katlara yayılan o acayip böceklerden biri geçecek gibi olurdu ayağımın altından. Üzerindeki karelerini sayarak uyumaya çalıştığımhalılar yazları sandık odasında dururdu. Çıplak ayağım yerin üzerinde soğur; yatağa ilk yattığımda pikenin, yastığımın yatılmamış, dokunulmamış soğukluğunun tüm içime yayıldığını hissederdim. Mutfağa geçerken apartman aralığının penceresinden bir kaç kuşun çatıdaki gurultusu duyulurdu. Babaannemin horlamasını, uyku kokan odaları, babamın yorgun yüzüne anneminkorktuğu için hep açık bıraktığı tuvaletin ışığının vuruşunu unutmadım. Ülserli babam az önce kalkıp yemek yemiştir; mutfaktaki masanın üzerindeki karpuz çekirdeklerinden, masa örtüsünün çiçeklerine damlamış karpuzun kan kırmızı suyundan anlardım. Buzdolabının şiir defterime benzeyen sarı solgunışığında, buz gibi soğumuş cam şişeden suyumu kana kana içerken, bu şişeyi sıkı tutamayıp çıplak ayağıma düşüreceğimi, gece vakti çıkacak gürültüyü, sonra canımın acısını duyardım birden. Nedense canımın acısından önce gecevakti çıkacak gürültü hep…