Ali Bey Adası’nın bilmem kaç yıllık sokaklarından birinde, sokak taşlarının düzensizliğinden dört ayağı aynı yüksekliğe basamadığı için her harekette sallanan tahta bir sandalye ve dengedaşı bir masada, bilumum deniz ürünleri, bir kaç meze ve tabi ki rakı eşliğinde oturmuş; müziğin güzelliği ve kalitesiyle yaşları arasındaki inanılmaz tezattan hafif hayrete düşmüş bir halde, içiyor ve 3 genç sazdan fasıl dinliyoruz. Yeri geliyor katılıyorum müziğe, şarkılara eşlik ediyorum; yeri geliyor bir kedinin balık bekleyen bakışlarını görmezden geliyorum, yeri geliyor masada ritim tutuyor parmaklarım; yeri gelsin gelmesin bir rüzgar ortalığı biraz karıştırıyor veya sıcak ekmek geliyor masaya… Ve yeri her dem bâki yar hemen yanı başımda, gecenin her anına mutlaka elim tenine değiyor.Düzenek kurulmuş. Müzik başlayacağı zaman, koskoca sokak lambasının altına bir anahtar yaptırılmış, lamba kapatılıyor. Uzaktaki lambaların ve dükkandan çıkıp tepenizde dolaştırılmış bir kablonun ucundaki bir kaç renkli lambanın aydınlığı kalıyor sadece. Arada yanmayan lambalar var ama bir eksiklik değil daha çok bir tamamlanmışlık sağlıyor mekana. Üç genç delikanlı, bizim oturduğumuz gibi tahta sandalyelere oturmuşlar. Onlarınkine mavi, fırfırlı bir üstlük geçirilmiş; sazendelerin kıymeti biliniyor. Araya ne bir arabesk ne de başka bir parça karışıyor, sadece fasıl. Bu yaşta bunu ne zaman duydu, ne zaman çalmayı öğrendi bunlar diye hayret ettiğim şarkılar, su olup damlıyor sokak taşlarının arasına, şırıl şırıl akıyor ruhlarımıza. İnanılmaz bir şekilde, hiç bir yerden ortama aykırı tek bir uyarı gelmiyor. Öyle ki, o aykırılıklar bile bir yerinde eriyor gecenin, bize katılıyor, mekanın bir parçası oluyor. Akşam ezanı bile tam bir şarkı bittiğinde başlıyor, bir sonraki şarkı, onun bitmesini bekliyor.Musiki, gece, yar, rüzgar, rakı ve her şey mükemmel derken, faslın yanında bir sandalye seyirciye doğru döndürülüyor. İnceden başlayan bir kanun ve biraz sonra eklenen ud ve def, bildik bir şarkının namelerini çalmaya başlıyor. Sonra ansızın sandalye sahibini buluyor, müzik dinip yerini sese bırakıyor ve gözlerinizin önünde bir taş plak okumaya başlıyor : “Enginde yavaş yavaş.”. Mekan sahibesi Engin Hanım sahnededir.Tam bu anda bütün sevdikleriniz aklınızdan geçiyor, orada olup bu ortamı yaşayamadıklarını düşünerek onlar adına üzülüyorsunuz.Ama musiki, hiç bir duyguyu uzun süre barındırmayacak kadar güzel. Her şarkı birbirinden inanılmaz. Her şarkıyı kulaklarınız duyuyor ama gözleriniz buna inanamıyor. “Rûya gibi uçan yıllar” ve “Son ümidim de bitti” çalınıp söylenmiyor, gözünüzün önünde yaşanıyor. Arada her şarkının sonunda içimden derin bir “ohh” yükseliyor. Gecenin ilerleyen saatlerinden Engin Hanım bir de “Unutama beni.” söylüyor, içimiz eriyor. Ama en son şarkı, hem çok aykırı hem de bu kadar güzellik içinde bile daha hala “çok ama çok güzel” geliyor : “Deli mavi.”Siz siz olun “Deli mavi”yi Engin Hanım’dan dinlemeden sakın ölmeyin.Ayvalık’da Ali Bey Adası’nda bu ziyafeti, üstüste iki gece boyunca “Fofo & Engin” isimli meyhanede yaşadık. Ne yazık ki fotoğraf yok. Hemen elimin altındaki fotoğraf makinesine ne zaman elim gitse, bir şey kaçıracakmışım ya da gecenin büyüsünü bozacakmışım gibi geldiği için çantadan bile çıkaramadım. Gönüller musiki ile birleşince, hem sazende gençlerle hem de Engin Hanım’la epeyce keyif, muhabbet ve şarkı paylaştık. İkinci gecenin sonunda veda ederken Engin Hanım’dan duyduğum “Sen de benim gibi, bütün şarkıları yaşayarak söylüyorsun.” iltifatı ise sanıyorum keyfimin son noktasıydı.Fofo ise kafasındaki kasketi kimsenin bir türlü çıkartamadığı, Engin Hanım’ın “Çıkartmazsan söylemem.” sözlerini kaale bile almadan yerinde bütün kasketliliği, pos bıyıklılığı ve ağırlığıyla oturan bir amca.”Fofo & Engin” sadece gidince görebileceğiniz bir mekân. Orada şimdiki zamandan çıkıp, bir başka zaman yaşayacaksınız. Ve bu zamana geldiğinizde onu hiç bir zamana koyamayacaksınız.