Efendim yıllardan 96 olsa gerek, ben ve benim kadar saf iki arkadaşım Bodrum’a gitmek istiyoruz yaz tatilimiz için. Lakin Varan çok yükseltmiş otobüs fiyatlarını, ve cost-conscious insanlar olarak diyoruz ki, bu kadar parayı kaptırmayız onlara. TCDD dediğimiz devletimizin demir yollarının İzmir’e kadar seferi olduğunu öğreniyoruz, hem de Bandırma’dan feribot aktarmalı. E İzmir’den de Bodrum 2 adımlık bir yol olduğuna göre Varan’a vereceğimiz paranın yarısına hem daha eğlenceli hem de denenmemiş olan bu yolu seçmeye karar veriyoruz. Two roads diverged in a yellow wood and I took the one less travelled by doğal olarak gençliğimizin hayat felsefesi. İlerleyen yıllarda şüphecilik ve muhafazakarlığın ağır basacağından haberimiz yok henüz.

Yolculuğumuz Alper’in babasının bizi Sirkeci’ye bırakmasıyla başlıyor sabahın epey erken bir saatinde. Kahvaltı etmeye bile vakit bulamamış olmamız hiç tedirgin etmiyor bizi, feribotta ne yesek tartışmaları arasında yerlerimizi alıyoruz küçücük denizin ortasına doğru. Lakin ne görelim, feribotta büfe olmadığı gibi restoran da kapalı. Bir müddet afalladıktan sonra restoranın 12 gibi açılacağını öğreniyor ve beklemeye başlıyoruz. Saat 12 ye yaklaştığında da restoranda sadece hiç mi hiç çekici görünmeyen bir çeşit çorba olduğunu görüyor ve diyoruz ki bu kadar bekledikten sonra Bandırma’da adam gibi bir şeyler yeriz, zira trenin kalkmasına kadar yarım saat civarı bir vaktimiz olacak.

Deniz yolculuklarını çekilir kılan şey güvertelerdir. Herhalde dünyada bir adım farkla bu kadar sıkıntı ve bu kadar ferahlık bir arada bulunamaz. Bu yüzden büyük feribotlardan ve deniz otobüslerinden nefret ederim ben, uzansan tutabileceğin mesafeden geçer mavilik ama ne koklayabilirsin ne de duyabilirsin onu, saçlarını bile uçurmaktan aciz bir şekilde camın arkasına hapsolmuştur, bu yüzden Bandırma’ya varmak heyecan verir hatta Bostancı’ya bile.

Feribotu terk ettiğimiz an çok uzun zamandır aç olduğumuzun farkındayız, midelerimizin durumu gırtlaklarımızda hissettiriyor kendini. Ama yakalamamız gereken bir trenimizin olması bizi biraz evvel önünden geçtiğimiz kebapçılardan birine girmekten alıkoymuş ve tren garına varmış durumdayız. Yine iki seçenek çıkıyor önümüze yolları çatallanan seyahatimizde, gardaki büfecikten bisküvi almak veya trenin yemekli vagonunda demiryolu usulü köfte eşliğinde Tuborg. Bu raundu Haylayf karşısında hiç zorlanmadan kazanıyor köfte ve pulmanımıza yerleşiyoruz. Trenin hareket etmesiyle birlikte ilk iş olarak yemekli vagona atıyoruz bitap düşmek üzere olan bedenlerimizi.

Yemekli vagon tasvirime geçmeden önce bu noktada çok ama çok aç olduğumu tekrar belirtmek istiyorum. Evet yemekli vagon 8 tane masa ve onlara sabitlenmiş ve fakat bir menteşe sistemiyle oynar başlı özellikler sunarak vagon hayatını kolaylaştırdığı iddiasındaki 32 adet iskemleden oluşuyor. Yerlerdeki ve masaların üzerindeki toz miktarı çöllerdeki kum tepeleriyle kapışacak düzeyde. Pencerelerin küçüklüğünden ve tavanın basıklığından olsa gerek, ayakta durulduğunda hayli loş bir atmosfer söz konusu. Bir tane esmer tenli bıyıklı ter kokan adam ve yanında esmer tenli bıyıklı ve ter kokan arkadaşı var içeride. Şaşkın gözlerle bize bakıyorlar. Büyrün ne aramıştınız demeyi de ihmal etmiyorlar. Yemek aramıştık biz diyoruz. Adam daha da çok şaşırıyor. Sanırım bu trenin yemekli vagonuna giren ilk müşteri biziz hizmette olduğu süre içerisinde. Tahmin edileceği üzere adamın cevabı yemek yok oluyor. O an gözümde Varan’ın Bolu Dağı, Mustafa Kemal Paşa tesisleri ve Selçuk’taki çöp şiş yapan konaklama yeri canlanıyor.

Adam bizi aç bırakmamaya karar verip bir yerlerden sucuk, kaşar gibi yiyecek maddeleri çıkartıyor, onları doğrayıp bir tabağa koymak suretiyle önümüze koyuyor. Yanındaki bayat ekmekle birlikte yenilebilitesi epey düşük kalitedeki bu şarküteri mamüllerini büyük bir iştahla tüketip okazyon icabı oldukça yüklü bir fatura ödüyoruz karşılığında.

Genelde düzgün ama arada bir aksayan o sert ritim eşliğinde devam ediyoruz İzmir’e kadar. İzmir’de Basmane’de iniyoruz. Tam karşımızda 2-3 otobüs şirketinin ofisi var, onlara girip en uygunundan Bodrum biletlerimizi alıyoruz. Otobüsün kalkma saati geceyarısı civarı. Aradaki 1-2 saatlik boşluğu en iyi şekilde değerlendirebileceğimiz yer tabi ki bu ofislerin yanındaki ocakbaşıcısı. Mutluluktan uçuyorum bi Adana, bi ufak rakı, ortaya salata gibi sözler dudaklarımdan dökülürken. Tabi ocakbaşıcısı çıkışında ödediğimiz faturanın 3 Varan bileti fiyatına epey yakın olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Sonra hemen yandaki ofisin önüne gidip bizi otogara götürecek olan minibüse yerleşiyoruz. 1 saat kadar bekliyoruz yanlış hatırlamıyorsam minibüs içersinde. Ama değiyor beklediğimize, çünkü bir anda karşıdan öyle bir hatun geliyor kip peşinden koşmak istiyorum, zor tutuyorum kendimi. Aradan 2 dakika geçmeden bir başkası, ama bu ondan daha da güzel. Şaşakalıyorum. Birkaç dakikaya kadar bu sefer 2 tane hatun, ki bunların da hiç aşağı kalır yanı yok ötekilerden. Neye uğradığımı şaşırmış durumda anlıyorum ki İzmir’in kızları hakkında söylenenler sonuna kadar doğruymuş. Otobüse binmekten vazgeçip İzmir’de kalmayı öneriyorum arkadaşlara ama o sırada minibüsün sağından ve solundan ayrı ayrı dünyanın en güzel kızları geçmeye başlıyor. Karşıdaki bir sokağın içinden geldiklerini fark ediyorum. Sanki Miss Universe finalinin sahne arkasında gibiyim, nutkum tutuluyor. Evet diyorum işte burası membağı herhalde bunların. Neden sonra farkediyorum ki meğersem arkamızdaki bina bir müzikholmüş, orada bir Rus Revüsü sahneleniyormuş, ve de bu kızlar o revünün dansçı kızlarıymış. İçime su serpiliyor mu serpilmiyor mu anlayamıyorum, çaresizce yola devam ediyorum. Sabahın ilk ışıklarıyla Bodrum’a vardığımızda yola çıktığımızdan beri 22 saat geçmiş, aç kalmış ve çok para harcamış durumdayız.

Ama bu üzmüyor beni. Beni üzen camın diğer tarafına hapsolmuş olanlar.