Sene 1985. Uzaklarda hep özlediğim biricik vatanıma döneli 4 sene olmuş. Hasretle taşını, toprağını kokluyorum her fırsatta. Ara ara üç ay, beş ay, bazen bir sene kadar uzaklaşmak zorunda kalıyorum, yokluğu daha da katlanılmaz oluyor. Tek kanallı televizyonunu, kapanışında çalan marşını, dalgalanan bayrağını, yere tüküren adamını özlüyorum, arıyorum. Çocuğum daha. Gökyüzünün mavisini, doğanın yeşilini sevmeyi öğütleyen şarkının aynı kıtasını tekrarlıyorum hep henüz oturmamış kalbim kabardığında;”Hep kırmızıdır elbiselerim. Ben bu rengi pek çok severim. Bayrağımı cicim, çok sevdiğim için hep kırmızıdır elbiselerim”Bunları yazarken de olduğu gibi, biraz doluyor gözlerim. Dedemin izmir’in işgaldeyken yunanlılardan peksimet istediği için nasıl dayak yediğini, camilere doldurulup diri diri yakılan sabi-sübyanın hikayelerini anlattığını hatırlıyor, bir kere daha söylüyorum aynı kıtayı. sonra aklıma geliyor Türk askeri girdiğinde kırmızı önlük-beyaz yaka ilkokul formasını nasıl bayrak yapıp pencereden salladıklarını anlatışı, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu sıkıp devrilişi. Kabarıklıklık kalbimi bırakıp göğsümü alıyor bu sefer. hafifçe gülümseyerek siliyorum gözlerimi, gökyüzüne bakıyorum, göremiyorum o bayrağı. ama olsun. biliyorum ya dalgalandığını, yetiyor bana. nasıl olsa döneceğim vatanıma. dönebilecek bir vatanım var. Nerelisin diye soranlara “Türküm” diyorum. Bazıları bilmiyor neresi olduğunu Türkiye’nin, soruyorlar. Boynumdaki ufak gümüş kolyeyi çıkartıp gösteriyorum. “İşte” diyorum; “bunun dalgalandığı yerde”.
Yatsı gittim, şen geldim daha sonra. Beni kucakladı hava, hissettim. İçtiğim bir yudum su, bana yolun uzaklığını unutturdu. Tadını çıkarttım bol bol. Çok gezdim, neredeyse her yerine gittim seneler içinde. Farkettim, öğrendim ki; üzerinden seksen küsur medeniyet gelmiş geçmiş böyle bir toprak parçası, böyle bir doku yok dünyanın hiçbir yerinde. Dışarıda gördüğüm üç taş bir sütundan ibaret “tarihi eserler”i, ufacık su birikintilerinin kenarına inşa edilen “turistik tesis”leri, su-sabun kullanılmadan “sterlize edilen” umumi tuvaletleri, iki mezhebin ayrı ayrı kilisesi olduğu için ilan edilen “metropoller”i, kir kabartan hamamları, traşsız bacakları, koltukları, amları hatırlayıp hüzünle karışık güldüm her seferinde; ulan ne iştir dedim hep. Yumurtaya can veren Rabbim bize de biraz akıl-fikir ihsan etseymiş ya; millette deli aramayla, bizde deli arabayla! Ama olsun, 200 seneye antoloji yazan memleketin kibirinden sonra, bizim deliler ilaç gibi geldi, eyvallah dedim.
Seneler süren özel eğitimin bıraktığı arazlara, her sektörde, her kurumda karşıma çıkan olumsuzluklara ve kaosa, lisansüstü tez(ler)imin “ahlaka mugayir” diye yayımlanmamasına, 19 yaşıma kadar geçerli yeşil pasaportuma, iki sene içinde bana verilecek Yeşilkart’a, 17 Ağustos Depreminde “sınır askeri başka bir yere kaydırılamıyor, orada yeterince asker var” diyerek beni ve (toplamda 7 dil bilen, 3 farklı seviyede dalış brövesi, 5 farklı üniversite diploması olan) 4 kişilik grubumu deprem bölgesine göndermeyen anlamsız zihniyete rağmen gitmememin sebebi de hep o aynı eyvallahtır.
Ama bir şey var ki unutamam. Beni derinden yaraladı. Eyvallah yerine Hay Allah dedirtti, lanet olsun dedirtti. Güvenimi, şevkimi kırdı.Ortaokul sıralarındaydı. Bir derste gözüm önümde oturan çocuğun yırtık pırtık, kapsız kitabına takıldı. Hışımla sayfaları çevirirken ilk sayfadaki Atatürk resmini farkettim, eğildim baktım, üzeri karalanmış, gözleri delinmişti. “Nassı yani?!” gibilerinden sordum, “Babam yapıyor” dedi. Çektim baktım bütün kitaplarına, hepsinde aynı şeyin bazan küfürlerle ve arapça harflerle “bezenmiş” farklı tezahürleri vardı. Kalakaldım öylece. Bir yeşil tahtanın üzerinden bana bakan alev alev gözlerine baktım, bir kitaba. Bilmiyorum tabii o zaman Atatürk’e karşı bir zihniyetin de var olduğunu Türkiyede; “beynimiz yıkanmış” ya!, Atatürk’ü “tanrısallaştırmışız”, “idolleştirmişiz”, “putlaştırmışız” ya; aklıma gelmedi haliyle onu sevmeyenin olabileceği. Bunu yapan adamın bir psikolojik rahatsızlığı olabileceğini falan düşündüm, belki biraz obsesif olabilirdi, ya da herhangi bir şekilde takıntılı. İnsan resimlerine, depiksyonlara karşı duyulan korkular (fobiler) falan olduğunu duymuştum, öyle biri herhalde diye düşündüm. Derken hoca farketti beni ön sıraya eğilmiş, mal gibi kafamı oynatırken. Zaten pek normal olmadığım konusunda hemfikirdi herkes, hemen koştu yanıma geldi. Elimdeki karalanmış sayfayı gördü, bir süre o da bakakaldı, sonra kitabı elimden alıp kapattı, sahibinin önüne koydu. Bana da yerime oturmamı söyledi. Sayfayla beraber konu da kapandı. Sonradan öğrendim ki çocuğun durumu biliniyormuş, zaten kendisinin sahip olduğu problemler de daha sonra yavaş yavaş ortaya çıktı.
O zamanlarda başladım elimden geldiğince araştırmaya. İlk başlarda sorarak oldu tabii, herkese sordum. Neden Atatürk’ün tasvip edilmiyor, neden bazıları götlerini onun diktiği bayrakla kapattığı halde siklerini ona kaldırıyor, neden herkesin namazı (Türkiyede) onun sayesinde okunabilmekte olan ezanla kılınıyor da kendisine bir fatiha okunmuyor; herkes farklı farklı şeyler anlattı. Tatmin olmadım. Neden bazıları soyunu, dinini, bedenini, benliğini, bilincini, evini, ekmeğini borçlu olduğu birine bir kuru teşekkürü çok görür anlayamadım. Bir de toplayıp burada size yazayım, belki bir anlatan çıkar.

Mustafa Kemal hilafeti kaldırdı.

Hz. Muhammet’in vefatından sonra Halifelik hep Arap yarımadasında kaldı. Hz. Ali’den sonra Emevilere geçti, sonra da Memluklere. Kimileri der ki; Yavuz Sultan Selim Mercidabık Savaşı’ndan sonra halifeliği kendi üzerine aldı, “müslümanların halifesi benim” dedi. Kimileri böyle olmadığını düşünür. Osmanlı Mısır’ı Memluklerden fethettiği zaman halife olan III. Mütevekkil’i İstanbul’a getirmiş ve ömrünün sonuna kadar himaye etmiştir.I. Selim hilafeti üzerine almış ya da almamış olsun, 18. yy sonundaki Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar Osmanlı Padişahlarının yetkileri arasında halifelik geçmez. “Halife” sıfatını kullanan üç padişah II. Abdülhamit, V. Mehmet ve Vahdettin dir. 1922 de Vahdettin de apar topar Malta’ya kaçınca zaten halifelik makamı, Türkiyeyi terk etmiş olmalıdır. Daha sonra Abdülmecit 18 Kasım 1922”de, 15 ay kalacağı halifelik mertebesine atandı. Eğer Mustafa Kemal Hilafet’i kaldıracak olsaydı, bunu 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırırken yapardı. Hilafet’in kaldırılması kararı 3 Mart 1924 de ilk anayasamız ile birlikte, “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun”la alınmıştır. Bu kaldırmak falan da değildir, sadece anayasada hilafet içerilmemiştir. Zaten 18. yy sonuna kadar padişahların yetkileri arasında da hilafet görülmediğinden, ve III. Mütevekkil halife olarak kalmasına rağmen saltanatta hiç bir siyasi yetki sahibi olmadığından, hilafetin yönetime dahil olmaması yeni bir şey değildir.Hilafet; “İslam toplumunun önderliğini yapma” vazifesidir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra, onun izinden gidenler bunu kendilerine görev adlederek devam etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de “Halife” ya da “Hilafet” diye bir kavramdan bahsedilmez. Bu, geleneksel, kutsal bir görev, kutsal bir mevkiidir. Böyle bir mevkiiyi yıkmak ya da görevi yasaklamak da Mustafa Kemal dahil kimsenin haddine değildir.
Buyrun gerekli linkleri de içeren wikipedia kaynakçası (Türkçe)

Mustafa Kemal İslama karşı idi

‘Milletimiz din gibi kuvvetli bir fazilete sahiptir. Bu fazileti hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz’M.Kemal Atatürk

Kaynak: Atatürk SD; II, s. 66-67
Eveeeet; bu konu’nun leyhinde de aleyhinde de binlerce kitap, makale bulabilirsiniz. Ben burada örnekler arasından somut olanlara yer vereceğim.Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinden:
Atatürk, Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıkacağı günün gecesi, anne ve kız kardeşinin hayır dualarını almayı ihmal etmemiştir. 23 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasına dua ile başlamış, 7 Ağustos 1919 günü kongrenin kapanış konuşmasını şöyle bitirmiştir:“Bu birleştirici kurtuluş toplantımız sona ererken, istekleri gerçekleştiren Allah Hazretlerinden doğru yolu göstermesini ve şanlı Peygamberimizin ruhunun bütün üstünlüklerden, bereketinden bağışlanması dileği ile, vatan ve milletimize ve sonsuz devletimize mutlu gelecekler dilerim.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, s. 5)
Bu ve daha fazlası için Diyanet İşleri’nin ilgili yazısı.Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün sözleri, Ahmet Taner Kışlalı Aktarımıyla:

Gene Taner Kışlalı’nın Feridun Tokalp’in arşivinden aktardığı bir olay şöyledir:

makalenin tamamını burada bulabilrsiniz.Bazıları Yaşar Nuri’yi de, Kışlalı’yı da pek sevmez. Bir de Harun Yahya ne demiş bu konuda ona bakalım:Atatürk özel sohbetlerinde pek çok kez dindar olmanın gerekliliğinden, Peygamber Efendimiz’in hayatından, Asr-ı Saadet ve Hülefayı Raşidin (dört halife) dönemlerinden, dinimizin yüceliğinden, Allah’ın kudretinden söz etmiştir. İslam Dininin son ve mükemmel din, Peygamberimiz (sav)’in de son peygamber olduğunu her fırsatta vurgulayan Atatürk, ulusuna da dindar olmayı, dinini öğrenmeyi öğütlemiştir.Din eğitiminin öneminin de farkında olan Atatürk, bu eğitimin okullarda verilmesi gerektiğini şu sözleriyle ifade etmiştir:“Her fert din ve diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası mekteptir. Fakat nasıl ki her hususta yüksek mektep ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimizin hakikatini tetkik, tetebbu ilmi ve fenni kudretine sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere sahip olmalıyız.”
Dini meseleler hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteyen Fransız gazeteci Maurice Perno’ya Atatürk yine kesin bir şekilde şu cevapları vermiştir:M. Perno:Şu halde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?Atatürk: “Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz.”M. Perno: Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?Atatürk: “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun’i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız.
(Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32)
Bu kayıt ve Atatürk’ü dinsizlikle itham edenleri utandıracak birçok kaynak daha şurada mevcut.

Mustafa Kemal eski yazıyı kaldırdı

Bak bak bak ne kadar da ayıp etmiş.Harf Devrimi’nin genel olarak “kütüphanelerde yansımasını” Meral Alpay şöyle özetlemektedir ( Aktaran; Kocabaşoğlu, 1978, 120):1. Milli Kütüphane kurma eylemini getirmiş, Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu ile bu eylemin gerçekleştirilmesine yardımcı olmuştur.2. 1920-1938 yılları arasında çeşitli kütüphane türlerinin kuruluş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur.3. Devletin kütüphane hizmetlerini bir kamu görevi olarak benimsemesi ve bir meslek olarak kütüphaneciliğin gelişmesinde etkili olmuştur.4. Yayın hayatının canlanması, dolayısıyla bibliyografya ve kataloglama hareketinin başlamasında önemli etkileri olmuştur.Doç. Dr. Bülent Yılmaz bir makalesinde pek güzel detay veriyor, bunu da okumanızda fayda var.Arap alfabesi genelde ünsüz (sessiz) harflerden oluşmaktadır. Bu ünsüz harfler yukarıda belirtildiği gibi “a, i, u, (üstün, esre, ötüre)” işaretleriyle seslendirilmiştir. Bu harfler Arap dili için yeterli olmuştur, ama Türk dili için yetersiz kalmıştır. Zira Türk dili ve lehçelerinde dokuz ünlü (sesli) harf “a, e, é, o, ö, u, ü, ı, i” bulunmaktadır.4Atatürk Araştırma Merkezi’nin bu konuda detaylı bir araştırması var:Sonuçta ne olmuştur? bazı angutlar daha hızlı yayılmış, irinlerini daha az kalem-tuş darbesiyle etrafa sıvamışlardır. Aralarında ortalamadan daha salak olanlar bile kolaylıkla Atam’a küfür edebilecek kadar gelişme fırsatı bulabilmişlerdir. tabii, biz gerizekalılar nimetlerinden faydalanıp “ouuuu” larla, “rrrrrrrrr” larla, “wwwoooooowwwwww” larla, “A.Q, GQ” larla s*k-t*şşak muhabbeti yaptıkça bize müstehaktır.

Mustafa Kemal Masondu, Sabetaycıydı, şuydu, buydu

Bu rivayet Muhtemelen kendisinin Selanikli olmasından kaynaklanıyor.Sabetay Sevi, 1665 de kendini mesih ilan etmiş, bu yüzden padişaha şikayet edilip istanbulda yargılanmıştır. Bu sırada mesihliğini inkar ederek şehadet getirir ve affedilir. Ama müslüman kisvesi altında kendi inancını yaymaya devam eder ve durum anlaşılınca IV. Mehmet tarafından sürüldüğü Arnavutlukta Selonika’lı bir yahudiyle evlenerek Selaniğe gelir. Tarikatının merkezi burası olur, kendisini takip eden 200 kadar aile de Selanik’e taşınır.Söylentiye göre, Sabetaycılar, gerek kendilerine taraf toplamak, gerekse faaliyetlerini değişik maskeler altında gizlemek için masonluk da dahil bir çok grubun içine sızmışlardır. Kendilerini Atatürkçü, Laik ve akılcı olarak gösterirler, ancak dialektlerinin müslümanlıkla bir alakası yoktur.Atatürk’ün çocukluğundan beri aldığı eğitim ve gittiği okullar göz önünde bulundurulduğunda, buna ön-ayak olan ailesinin sabetaycı olduğuna inanmak bir hayli zor. Ama diyelim ki öyle idiler, Mustafa Kemal’in davranışlarıyla bu ideoloji (demek daha doğru sanırım) çatışmakta. Kur’an ve Külliyat tefsirleri, her fırsatta dile getirdiği dinin çok bağlayıcı bir unsur olduğu ve üzerine gidilmesi gerektiği, TDK yı kurması ve Türk dilini arındırmak ve kurtarmak, hatta ibadeti türkçe ifşa etmek adına olan çabaları tamamen müslümanlığı daha geniş kitlelere taşımak amaçlıdır, ya da bir şekilde İslam adına son derece faydalı olmuştur.Vesselam, haticeye değil neticeye bakmak lazım. Elmalılı Tefsiri’nden herkes mennun mu? memnun. Doğruluğundan kimse şüphe eder mi? sanmam. İyi mi olmuştur hep okuduğumuz duaların, Kur’an da yazanların anlamlarını bilmemiz? bence iyi olmuştur.Dikkat ederseniz yeni kıtada, özellikle siyahlar arasında müslümanlığın yayılması, Kur’an’ın latin harflerinde yazılışından sonra daha bir ivme kazanmıştır. Bu bir teoridir, bir gözlemdir tabii ancak ingilizce tefsirlerinin tarihlerine bakarsak, 1920 lerden sonra çeşitlendiği göze çarpıyor. Misyonerlerin Türkiye’ye sardırmaları boşuna değildir. Bizim dinimizi zayıflatıp birliğimizi bozarlarsa, asya ile avrupa arasındaki müslümanlık köprüsünü yıkmış olacaklar, bölünmemiz de yanlarına kar kalacak. Ballı börek.Şayet bunda bir doğruluk payı varsa, Atatürk’ün İslam’ın yayılışına olan katkısı büyüktür.(kaynak)

Mustafa Kemal ırkçıydı

Yapmayın gözünüzü severim. Irkçı olan adam üzerine basa basa “Ne mutlu Türküm diyene” der mi? Irkçı adam gider de hayatını yüzlerce farklı kültürden örülmüş bir mozaiğe adar mı? Irkçı adam tutar da etrafında silah arkadaşı olarak kürt ve ermeni menşeyli adam barındırır da zaferine ortak eder mi?Ha evet bilmem kaç bin kişinin kafatasını ölçtürmüştür. Tamam, kabul. E her ölçtüğümüzün fanatiği olacak olursak yandı canım keten helva vallahi.
Batıda Türkoloji Kürsüleri’nde hangi tarihte kaç ders okutuluyormuş, hangi tarihte kaç profesör yetişmiş bir bakın, araştırın bakalım ne göreceksiniz.Bir bakın bakalım Kürt dilinin klasifiye edilmesi, alfabesiyle kitaplar basılmaya başlamasıyla TDK’nın (çeşitli) faaliyet tarihleri arasında ne gibi bağlantılar var?

Atatürk Putlaştırılıyor

O nasıl oluyor? büstünün, resminin önüne geçip secde mi ediyoruz? Efendim Ulusdaki Atatürk heykeline selam vermişler geçerken. O kadar maneviyat da olmasın mı yahu? O kadarcık da ifade etmesin mi insanlar minnetlerini? Belki de şaka mahiyetinde Heykele verilmiş bir kuru selam, kefereye karşı kazanılmış onca kutlu zaferin önüne geçiyor. Fani bedeni hastalıktan kırılırken dizlerini yere vura vura “belki bir şans” diye fırsat kollayan akbabalara koyduğu posta hatırlanmıyor da, bir yarım resmi, varettiği nesle çok görülüyor.Putlaştırılıyor Atatürk, evet. Tıpkı Benjamin Franklin’in, II. Elizabeth’in, Wilhelm ve Jakob Grimm’in putlaştırıldığı gibi; “Kafir devlete vergi-fatura ödemeyin” diyenler, zevk-ü sefa tarikatları kurup kendilerini şeyh-şıh ilan edenler, sözde okullar kurup nice masumun kanına girenler, insanları zehirleyenler, kardeşi kardeşe düşürenler tarafından. Kendilerini parayla satan, paraya tapan herkes tarafından, utanmadan, sıkılmadan, Allahtan korkmadan..
Putlar Mabedi de burada, Mescit de burada, Halil İbrahim Sofrası da. Artık gerisi size kalmış; kırın putları, kılın namazınızı, doyurun karnınızı. Sonra da alın elinize arşını, ölçün bakalım Haleple aramızı; hala 80 sene öncekiyle aynı mı…Uzak gelirse de zahmet edip dönmeyin geriye!