Şeker bayramında Eskişehir’e gitme önerisi geldiğinde “iyi ama neden” dedim içimden. Ama öneri güvenilir yerden geliyordu ve bir gece kalınacaktı. Kısa ama iyi bir kültür gezisi olabilir diye düşündüm. Bayramın ikinci günü, erken saatte yola çıktık ve beş saatlik yolculuğun sonunda Eskişehir’e ulaşmıştık bile.Yazıyı buraya kadar okuyanlar ve gitmemiş olanlar, açık açık söylemeseler de benimle aynı şeyi düşünüyordur; Eskişehir’de ne var ki? Öncelikle çok iyi bir rehberle başladık yolculuğumuza. Ertuğrul Algan sanat tarihi eğitimi almış bir üniversite hocası. Tüm sorularımızı eksiksiz cevapladığı gibi bize kültür, tarih ve doğa gezisi yaptırdı.Eskişehir Anadolu Üniversitesi dışında da adını duyurabilecek özellikle sahipmiş. Örneğin Odunpazarı’ndan sonraki ilk durağımız olan Ballıhisar (Pessunus), Frig’lerden kalan anıtlarıyla inançları sorgulatıyordu. Ana tanrıça Kibele’ye yapılan ibadet, rahiplerin kendini adama şekillerini dinledikçe, Muazzez İlmiye Çığ’ın kulaklarını çınlattık bolca. Ballıhisar bu güne kadar çok az kazılmış. Rehberimiz köyün sit alanı ilan edildiğini ve çok kısa bir sürede baştan sonra kazılacağını söyledi. Efes boyutlarında bir antik şehir çıkması bekleniyormuş.Oradan Sivrihisar’a geçtik. Şirin bir köy. Ama köydeki kocaman Ermeni kilisesine inanamazsınız. Bu boyuttaki bir köyde bu kadar kiliseye gerek var mı diye düşünürken cevabını rehberimiz verdi. 1800’lerin başında 32.000 olan nüfusun 15.000’i gayri müslim imiş ve bunun da 1500 kadarı Ermeni. Bu toprakların nasıl bu kadar yaratıcı olduğunun göstergesi sanki bunlar. Bir zamanlar nasıl da böylesi sevgiyle yoğrulmuş, kardeşlik içermiş bu topraklar. Sonra ne olmuş? Gerçekten sonra ne olmuş acaba – zira yıllarca bir arada yaşayan bu insanlar gittikten sonra ibadethaneleri neden gübre deposu olarak kullanılmış? Bunu anlamak, buna inanmak o kadar zor ki…Bir gece kalacağız diye geceyi de dolu dolu yaşamak gerekiyordu. Haller bölgesine gidin dedi rehber. Mezbelelik haline gelen hal binasını 2001’de nasıl da elden geçirdiklerini ve Büyükerşen tarafından nasıl bir gençlik eğlence mekanına dönüştürüldüğünü anlattı. Hatta, biraz alkollü birşeyler içmek istersek Shakespeare’ı tavsiye ettiğini söyledi. İstanbul’daki İngiliz pub’larını aratmayan dekorasyonuyla Shakespeare beklentilerimizin üzerindeydi. Haller de özellikle duvardaki eski ve yeni fotoğrafları görünce yapılanların değeri daha çok anlaşılıyordu. Sokaklarında yürüdük Eskişehir’in gecenin geç saatlerinde. Bir çok genç ile karşılaştık yürürken. Hepsi pırıl pırıl çocuklardı. Gecenin o saatinde Beyoğlu’nda gezerken hafifçe içinizi saran korkuyu duymadan yürüyebiliyordunuz sokaklarda.Geç yatıp erkenden kalkıp yeniden yollara koyulduk. Bu sefer Battal Seyit Gazi Türbesi ve Yazılıkaya anıtları vardı. Battal Seyit Gazi Türbesi gezisi ilginçti. Nasıl olup da haç formu ve apsisiyle tam bir kilise formuda olan yapının türbe olarak Selçuklular tarafından yapıldığı savını kimse açıklayamasa da, halk arasındaki söylenceler ve tarih konusunda oldukça faydalıydı. Türbedeki yemekhanelerin soğutma sistemi çok ilginçti. O dönemdeki mimari ve teknolojik bilgiye hayranlık duymamak imkansız: Mekan kot farkıyla ayrılan iki bölümde oluşturulmuş. Alçak olan bölüme, binanın depo bölümünü soğuk tutabilmek amacıyla kuzeye büyük pencereler yapılmış. Yüksek bölüme ise tavana yakın küçük havalandırma delikleri yapılmış. Yani, kuzey rüzgarı dolu dolu içeriye giriyor, içeride ısındıkça yükseliyor ve yüksekteki hava deliklerinden dışarıya çıkıyor. Çok yakın bir zamanda Japon mühendis mimar ekibi bu ortamı incelemek için gezi düzenlemişler.Oradan çıkıp Yazılıkaya’ya vardığımızda, çok uzaklardan görülen Yazılıkaya hepimizi çok etkilemişti. Keşke Frigce tam olarak çözülebilmiş olsa da üzerinde yazılanları anlayabilseydik. Anlayamasak bile o zamanlardan bu zamanlara kalan bu yapıt tüyleri diken diken ediyordu. Sonrasında gezinin iki etaba ayrılmış trekking kısmı başladı. Küçük kayaya kadar olan ilk etaba yaşlı genç hep beraber katıldık. Buradan sonrasının daha zorlu bir etap olduğunu belirten rehberimiz daha küçük bir ekiple uzun etaba başladık. Midas’ın tahtına ulaştığımızda oldukça zorlu bir parkuru geride bırakmıştık. Arada uzaktan bor madenlerini görmüş, ovanın güzelliğini duyumsamış ve tahta ulaşmıştık. Gün doğumu çok güzel olduğundan Midas tahtını buraya kurmuş. Burada yapılan kazılarda bulunan bir toprak kabın ağzındaki süngerimsi doku, nihayet çok yakın zamanda analiz edilebilmiş ve Midas’ın cenazesinde yenilen yemeğin ve içilen kokteylin içeriği belirlenmiş. Yemek, mercimek, et suyu ve kekikten oluşmuş, kokteyl ise bal, bira ve şaraptan… Bu bilgi çok ilginç geldi. Sanki Frig’leri bir tarih, bir masal olmaktan çıkartıp kanlı canlı insanlar yapıverdi gözümüzde.Tarih gezisi kısmı bittikten sonra geri dönüşe geçmeden şehri de kısaca bir gezelim dedik. Porsuk kenarında bir çay için şehirden öyle ayrılalım dedik. Aman Allahım, bu şehir gerçekten gençlik şehri ve pırıl pırıl gençler. Öyle cıvıl cıvıl, öyle canlı ve öyle düzenli, çiçekli, temiz bir şehir ki insan bu mütevazılığı beklemiyor. Nehrin üstüne köprüler yapılmış, Her birinde heykeller… Seine havası yaratılmış Porsuk’un üzerinde. Anadolu’nun dört yanından eğitime gelmiş Türk gençleri için daha uygun bir şehir olamazdı. Keşke hepsini böylesi elden geçirebilsek… Bunları görünce Eskişehir’e eski demek için bir daha düşünmek lazım.Eskişehir kültür, tarih ve doğa anlayışıyla Türkiye’de olamayacak kadar yeni…NOT: Amatör bir girişim olmasına rağmen böylesi başarılı bir organizasyon ile bizi gezdiren Adalar Kültür Derneği’ne teşekkürler.