Türkçe ağzımda annemin sütü gibiydi.Tertemiz, duru ve helâl.Taa ki; o güne kadar…Ne olduysa o gün oldu.Bir çarşamba günü, dördüncü sınıfa geçtiğim yıl.İşte o gün bir dönüm noktasıydı.İlk kez İngilizce ile tanışmıştım.”Good morning,hello,my name is…”Yeni öğrenmeye başlamıştım İngilizce’yi.Hani seviyordum da…Ne de olsa bir lisan bir insan demekti. İngilizce söz öbekleri,yer tarifleri gibi pek çok şeyi hızla öğreniyordum.Keşke öğrenmeseymişim.Zaman geçtikçe pratik olarak da kullanabilidiğim İngilizce bilgilerim canımı yakmaya başladı.Bu can acım ilk kez beşinci sınıftayken hissettirdi kendini.Babam “Hadi oğlum,seninle biraz dolaşalım.” demişti.Çok sevinmiştim çünkü babamla gezmeyi çok severim.Keşke babama itiraz edip dışarı çıkmasaymışım.Hazırlandık ve çıktık.Dükkanlar,büyük alış-veriş merkezleri,kahveler ve sayamadığım bir sürü ticaret yerlerinin tabelalarını dikkatle inceliyordum.Ve dikkatimi bir şey çekti,o tabelaların neredeyse %80-%90’ı İngilizce’ydi ya da ben öyle zannediyordum.Çünkü artık biliyordum, onlar Türkçe değildi! İşte o zaman kendime dedim ki;”Keşke İngilizce öğrenmeseymişim.Elveda canım Türkçe’m,sana vatanında yer kalmamış!”Yazımı bitirirken Aziz Nesin’den uyarladığım bir dörtlüğü aktarmak istiyorum:Öyle bir yerine geldim ki vatanın,İngilizce’ye erken Türkçe’ye geç.Yine gecikmişim bağışla canım Türkçem!Türkçe’ye on kala İngilizce’ye beş…