Türkiye, Avrupa Birliği ve gelecekBir kaç saat önce web’de yer alan binlerce farklı sohbet, forum mail gruplarından birinde yayımlanmış bir yazı geçti elime. Bahsi geçen foruma (ya da gruba her ne ise) üye olan arkadaşımın ilgisini çekmiş ve benim de ilgileneceğimi düşünmüş olacak ki, yazıyı bana da göndermiş.Yazının ilk bir kaç paragrafını okuduğumda, benzer örneklerini daha çok Avrupa’da gördüğümüz yabancı düşmanı çevrelerin entelektüel olma çabasını da ihmal etmeyen, sıkı bir ulusalcı söylemle bezenmiş bir komplo teorisi ile karşı karşıya olduğumu düşündüm.Komplo teorilerine fazla meraklı olmamama rağmen her samimi iddiaya ve çabaya (akla ve mantığa uygun olması kaydıyla tabii ki) en azından bir şans verilmesi gerektiğini düşündüğüm için yazıyı sonuna kadar okudum. Açıkçası yazılanlar doğru ya da yanlış olsun, yazının sonuna geldiğimde “kendi kendime sormadan duramadım”: Quo Vadimus? (Nereye gidiyoruz?)Mesele şu:Fener Rum Patrikhanesi’nin yönetim kurulu olarak adlandırabileceğimiz 12 kişilik Sen Sinod Meclisi’ne geçenlerde dört yeni atama yapıldı. Bu atamalar bugüne kadar süregelen teamüllere aykırı olarak yurtdışından isimlerden seçildi ve konu en azından benim hatırladığım kadarıyla pek fazla tartışılmadan kapandı.Elime ulaşan bu yazıda atanan dört yeni üyenin kim oldukları, daha önce nerelerde görev yaptıkları gibi bilgiler yer alıyordu. Dahası, bu atamanın 2000’li yılların başında tanıştığımız “yeni dünya düzeni” ismiyle müsemma bu yeni süreçte hangi düzlemde ele alınması gerektiği ile ilgili bir dizi teoriye de vurgu yapılıyordu. Bahse konu olan kısmı aşağıya alıntıladım. Noktalama işaretleri konusuda eksiklikler bulunan metni ben redakte ettim, cümle kuruluşları nedeniyle anlaşılmasının zor olacağını tahmin ettiğimi bir-iki cümleyi de aslına ve anafikrine uygun biçimde düzelttim. Parantez içlerindeki yorumlar da yine bana aittir.”Yeni Dünya Paylaşım sisteminde Türkiye, Amerika ve Avrupa tarafından ufak devletçiklere bölünüp paylaşılacak ülkeler arasında yer alıyor (Tıpkı Irak gibi yani. Ama bu teori doğrultusunda mantık bize Türkiye’nin “sırasının” İran ve Suriye’den sonra gelmesi gerektiğini söylüyor). Türkiye’nin Güneyi ve Güneydoğusu Amerikan-İsrail Planı dahilinde Ortadoğu yönetim bölgesine dahil edilecek (Anlaşılan burada Bush yönetiminin yeni deklare ettiği ama hazırlıkları uzun yıllardır süren Büyük Ortadoğu Projesi’ne atıfta bulunuluyor. Özellikle Woodrow Wilson Center, Foreign Policy, Defence vb ABD Think-Tank kuruluşlarının yayınlarında bu konunun teknik kısmına şöyle bir değinilip geçiliyor. Meselenin ideolojik boyutu ise hepimizin bildiği Huntington’un medeniyeler Çatışması isimli kitabı); Doğu ve Kuzeyi ise Hazar ve Kafkas planlamasında yine Amerikan kontrolüne girecektir (Gürcistan darbesi, Türki cumhuriyetlerde kurulan ABD üsleri, Afganistan operasyonu gibi gelişmeler en azından ABD’nin Kafkaslarda da yeni bir erk merkezi oluşturma çabasının kanıtları. Bunu yıllardır ABD’nin bölgedeki askeri ve siyasi partneri, uydusu olan Türkiye’nin de bu plana dahil olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Malumunuz Afganistan’a atanan sivil yönetici bir Türk; Hikmet Çetin. Eski Dışişleri Bakanı Çetin’in ABD ve Avrupa medyası tarafından Afganistan’ın Paul Bremer’i diye adlandırıldığını da notlarımız arasına ekleyelim). Batı bölgelerimiz ise gelişmişlik düzeyi nispeten yüksek olduğu için Avrupa Birliği tarafından hazmedilebir parçalar halinde Avrupa’ya bırakılmıştır (Buraya kadar olan kısımlar yazar tarafından kesin doğrular olarak ifade edilmiş. İnsan bu satırları okuyunca sanki yazarın bu paylaşımın yapıldığı masada oturduğunu ve kendi deneyimlerini aktardığını düşünüyor. Oysa böyle bir şeyin en azından bizim yaşadığımız normal dünyada olmayacağını varsayarak paylaşım ile ilgili kısımların tamamının iddialardan ibaret olduğunu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Neyse devam edelim.) Bu planlamada iki gücün paylaşamadığı tek yer İstanbul’dur. Tek bir süper gücün kontrolü altına girmesi halinde küresel güç dengelerini etkileyebilecek bir stratejik değere sahip olan İstanbul’un ortak yönetimli global bir merkez olması düşünülmekte. Hong Kong tipi bir şehir devlet olarak planlanan İstanbul; Avrupa, Asya ve Ortadoğu üçgeninde büyük güçlerin ortak faydalanacağı bir finans-kapital merkezi olarak işlev görecek. Bu sebeple şu aşamada İstanbul’un Türkiye’nin geri kalanı ve merkezi idareyle bağları gittikçe zayıflatılmakta ve Türkiye’nin pek çok sektörü bu yüzden hızla İstanbul’a toplanmakta (Uzun yıllardır duyduğumuz İstanbul’a özel yönetim meselesi sanki biraz bu teori ile anlam kazanmaya başladı. Hele de Meclis’te kabul edilen Kamu Yönetimi Reform Yasası ile sadece İstanbul değil tüm yerel yönetimlerin bir anlamda özerk yapılar haline geleceği düşünülürse sadece İstanbul’un değil, Türkiye’deki yönetim siteminin bir desantralizasyona doğru gittiği ortaya çıkıyor. Dahası bunu söylemek için ne deha ne de paranoyak olmaya gerek var. Görünen köy kılavuz istemez. Ama ekonomik aktivitenin İstanbul’a toplandığı iddiasını kanıtlayacak yeterli veri var mı: işte bundan şüpheliyim). Gizlice ve el altından teşvik edilerek İstanbul’a göç etmeye zorlanan insan kitleleri ise yeni kurulacak şehir-devletçik yapısında ucuz iş gücü olarak hizmet verecek (Yine aynı şekilde İstanbul’a göçün özendirildiğine yönelik de harhangi bir veriye ulaşmış olduğum söylenemez. Teorinin bu son kısmı kesin verilere ihtiyaç duymasına rağmen bunları okuyucuya sunamadığı için yazının diğer kısımlarına kıyasla daha bir sallantıda).Plan kapsamında İstanbul’da Rum Patrikhanesi de global düzeyde hizmet verecek bir Ortodoks Vatikan’ı olacaktır (Aslında zaten böyledir de. İstanbul Roma imparatorluğu’nun başkenti olmuştur. Ünlü Tarihçi İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nun aslında Roma İmparatorluğu’un devamı olduğunu, IV Mehmet’in de İlk müslüman Roma imparatoru olduğunu savlar. Yine bu teoriye göre Fatih, Ortodoks alemi üzerinde etkisini daim kılabilmek amacıyla Patrikhane’nin faaliyetlerini sürdürmesine izin vermekle kalmamış, bu faaliyeleri desteklemiştir de. Nihai olarak İstanbul merkez olmak üzere Anadolu’da Osmanlı etkisi altında yeni bir Ortodoks cemaati doğmuştur). Türkiye’nin savunma reflekslerinin iyice zayıflatıldığı bu dönemde uzun süredir planlan Patrikhane Operasyonu için start verilmiştir. Buna göre Yeni Ortodoks Patriği bir yabancı olacak ve Patrikhane bu operasyonla globalleştirilerek Türkiye’nin kontrolünden çıkarılacaktır. Yapılan son hamleyle ileride yeni patriğin seçileceği Sen Sinod Meclisi’ne geleceğin patriği ekibiyle beraber yerleştiridi.”Yukarda aktardığım metnin ne kadar “güvenilir ve akil” olduğu kuşkusuz tartışılır ve tartışılmalıdır da. Ama siz de son birkaç yılda, özellikle de AB üyeliği meselesi daha net biçimde tartışılır olmaya başladıktan sonra bu tarz teorilerin dört bir yandan yağmur gibi yağmaya başladığını fark etmiyor musunuz?DEP’li Milletvekillerinin yeniden yargılanması, bir terör örgütü liderinin tutukevi koşullarının iyileştirilmesi isteği, federatif yapıya kapı açan azınlık ve etnik grup hakları, stratejik kuruluşların çokuluslu ve yapısı tam olarak çözülemeyen gruplara satışı, yerli sermayenin hemen her alanda ve hemen her şey pahasına uluslararası sermaye ile yaptığı ortaklıklar…Ama bir yandan da bugüne kadar varolan devlet yapılanmasının çürümüşlüğü, değil gelişmiş ülkeler üçüncü dünya ülkeleri ile bile rekabet edemeyen insan hakları, demokrasi, şeffaflık, ifade özgürlüğü geçmişi, şeffaflığı bir yana bırakın kendi vatandaşını bile tehlike addeden deriiiiiin bir, hatta birkaç devlet…Avrupa Birliği, Truva Atı gibi kapımıza dayandı diyesim geliyor ama herşey bu kadar ortalıkta iken kimin Truva Atı’na ihtiyacı var ki. Hem zaten yüzde 70’imiz AB üyeliğini istemiyor mu?Ne yani?* Anlatılan senin hikayendir.