Yine aynı restoranda son yemeği yemek için gitmiştim. Yine bir bavulum, siyah küçük şu çekilebilenlerden içinde her zamanki kıyafetlerim – kış geliyor daha geniş bir tanesinden acilen edinmem gerecek farkındayım – içinde hep alışık oldukları şekilde katlılar. Sadece sıraları değişmiştir. Bunu da mızmızlanacak türden paçavra değiller. Hava gruba yüz tutmuşken öylesine aç ve düşünceliydim ki, o rüzgarın yumuşak esintisi ve özenle gerdirilmiş, yumuşak tenli uslu bir deniz uzanıyordu karşımda. Bodrumun kıyıları dumanlı mordu yine geçen akşam üzerelerindeki gibi.Restoranda alıştığım yüzleri görmek için her seferinde hep aynısına gittim açıkçası. O kadar yalnızdım ki, tanıdık yüzleri görmek bile benim için paha biçilmez bir avuntu oluyordu. Onların kısa hayat hikayelerine ya şaşırıyormuş gibi yapmak ya da gerçekten şaşırmak küçük eğlencelerimden biri olmuştu hemencecik. Sanırım içimdeki çocuğun kölesi olduğunu bu küçük itirafımdan rahatça anlayabilirim. Ben anlıyorum da kimlere anlatsam, bir ben bilmiyordum o sırada. Deniz çağırıyor: – yumuşak dalgalarını kıyılarına vururken sürüldüğüm şefkatten azar azar her şeyden ve herkesten saklı, tüm gözlere mim çekercesine- “gel! Uzan şöyle dizlerime. Serin ve sessiz uykuma ortak ol bu gece.” diyerek, rüzgarın tüm güzellikleri kıskandıran dansı benimle… Gök yüzünün alacalığı ve sokağının ışıkları… Arkada çalan norah jones da durmadan anlatıp durdu: “I’ve got to see you again”. Tam bu sırada onları dinleyemez bir dalgınlıkla yine o mor kıyılara yatırmıştım gözlerimi. Konusunu tam olarak bilmediğim bir tartışma vardı içimde. İçimden sanki bu tartışmadaki bir üçüncü gibi:Öyle Bir derdim var ki deniz, gök, rüzgar…Anlatsam, anlatılacak gibi değil.Öyle alelade ki…Hafif çizikleri işte Budala heveslerimin.Hayallerimin çaylak eskizleri…Benden size ne 4. olur siyah sekizle taşlayacak.Ne de kazananı belirleyecek mavi tebeşirli darbelerin tutkunu “8”ir hakem.Dedim ve sonra kendime tekrar şunu söylediğimi hatırlıyorum: “aleladesin dertlerin gibi. Sade, yetersiz, sınıflandırılamayan”.Tanrı birini cezalandırmadan önce onun aklını alırmış.Tanrı alır, tanrı verir! Hadi canım sen de bunun senin derdinle ne ilgisi var? Yine dramalarının kurbanı olacaksın, genç adam. Silkelen! Uyan! Şimdilerde yeni gün çoktan başladı bile. Bir akdeniz kasabasında köy kahvaltısını hayal et. Çeşit çeşit renklerde, tatta ve şekiller verilmiş peynirleri hayal et. Çok acıkmışsın haliyle, biraz da içindeki çocuğun arsızlığından 3 çeşit zeytinini de söyledin, şimdi. Düşün ki; henüz garson sparişleri yazmasını bitirmişti ki sen kızarmış ekmek, tereyağı ve bal-kaymak da istedin. Çayını da söyle tavşan kanı. Hım..mis. Yarım şekerli tabii ki, ne sandın! Bardağın boyutu fark etmez. Amaç yalnızlığı paylaşmak. Sırf birileri “kaç şekerli içersiniz?” diye sorsun diye, mahsus yapılmış -yine- çocukça bir oyun işte. Ne çıkar canım bundan. Masumsun artık. Şimdi al o alelade, sade, yetersiz, sınıflandırılamayan sıkıntını; bir kendi ağzına çal şu balı, bir de onun. Tıpkı iki damla su gibi… Geçinin işte evcilik oynar gibi. Ne güneşin neşesi bozulur saatten sonra, ne denizin masum sessizliği, ne göğün mavisine gri fırça atacak cesaretin var, ne de rüzgarın izinsiz sevişmesine hayır diyebilecek gücün kaldı. Doyurunca heveslerini yak üstüne sigaranı, tıpkı ilk insan gibisin artık. Adem gibi. Fark etmedin tabii ki, her zeytin günah dalından koparılmıştı zevk açlığını doyursun istedin, her her yudum bal pişmanlıklarının çiçeklerinden gelmişti önüne utanan yüzün tazelensin istedin, hayat rengine bürünsün. Bir bir kendine itiraf edemediğin hayvanlıklarından yapılmıştı o peynirlerin hepsi, el değmemiş bir değişimin heveslerini beslesin diye. Hepsini severek yedin. İçgüdülerinle tükettin. Şimdi hayallerindeki cennetten atılmayı çoktan hak ettin, genç adam. Yeni dünyanı kurmanın vakti şimdi; sonsuz mavileri, yeşilleri, kudretli nehirleri ve bu düzen içine kendini yerleştirme sorumluluğunun sırtında kamçılandığı anlar şimdi. Senden sonrasını düşünecek kadar aziz olmanın, taze hayatların ilk cümlelerisin şimdi dillenecek. Tam da henüz konuşulmamış bir dile dilini döndürmenin arifesindesin, ne mutlu ki sana. Fırçasını mucizelerini yaratmadan önce seçen bir ressam gibi hür gerçeküstü bir düzeni hayal ederek söylenecek ilk merhabanın öncesidir şimdi. Üstelik inanılmamış dine soyunmanın tam sırasıdır şimdi. Ne bir mal düzenlenecek, ne de it dalaşı ölümlerin sebebi olacak bir din lazım sana. Hep bakire kalacak. Orada kendinden bile haberi olmayacak bir din. Şimdi kendi gökyüzünden ineceksin.Gündüzden uyanacaksın yeniliklerine. İlk defa söyleyeceksin şarkını gerçekleşen hayallerine, ne mutlu sana.”Tanrı birini cezalandırmadan önce aklını alırmış.”Bu sarhoşluksa cezalarıma gözlerimi aralayışım, o zaman:”Padam Padam” -günaydın-