Bunca kelimeyi bir araya getirip, kargınmış bir yaranın diliniçözmemkanlı bir ihlal olmayacak mı el bastığın kitaplarda? Akıttığın üçnoktalarınbedenlenişi bu… Boyutsuz üç monadın çarpışması…“Kabuk bağlayan yaranın gümbürtüsü, damarda akan kanın uğultusu, herbirhücrenin canlı enkaz çığlığı… Bedenin tüm seslerini duyabilseydi insan,sağır olmak isterdi, sadece kalp atışı yeterken bizi çıldırtmaya. E.T.gibitek bir kalbe dönüşmediysem eğer, kalbim değil, gövdem atıyor artık,vahşibir aygır gibi, uçurumdan yuvarlanan atlar gibi sarsılıyorum kendimden.Beynim teslim olmuyor.” 22 şubat 2005 Beyaz dut ağacından yapılmış kağıtlara işlenmedi bu sesler. Tanrınınçaldığıbir unutamamaya kazındı, tıpkı Katalan kadınların eşsiz gözlerininsaklıheykelleri andıran mistisizmini, beyaz mermerlere kazıdığın gibi.Artık unutamıyorum, …Ve olmayan hayaletlere çatıyorum bunun için.Unutamıyorum ve bunun için tanrıyı lanetliyorum. Bana çizmiş olduğunmührümürekkeplere değdirmiyorum. Hiç’in unutuluşu tanrının varlığının adıdırdiyeyazıyorum.Nasıl bir kandırmaca bu? Bu yığın, kütle, ideolojik orjilerde patlayaninsanlık her an gerçekleştirmek istiyor istilacı tasarımlarını. Kangrenolmuş fallik sütunlar devriliyor üstümüze. Ve sonra nasıl bir enkazadönüştüğümüzü anlamak için yeni cehennem lehçeleri icat ediyoruz. Sonrayinevirüsler gibi saçılıyoruz birbirimizin beynine. İşte bizimölümsüzlüğümüz!Tanrı, kadife perdenin önünde alkışlıyor bizi. Ama biz onun yazdığıoyunuyalnızca çoğalan aynalara oynuyoruz.Başımı nereye çevirirsem çevireyim, daha düşünmeye başlamadım bile.Henüz düşünmeye başlamamışken, sonsuz aşk kalmam için yetmez miydi?Bunu camfanusta can bulan gül sorardı, Küçük Prens’e. Ben sormuyorum. Kalmamiçinhiçbir şeyin “yeterliliğine” ihtiyacım yoktu çünkü. Beklentisinitaşıdığımhiçbir şeyi dilemedim senden. Hiçbir şeyi beklemiyordum Godotyanılgılarıarasında. Ben küçük bir insanım, kanguru keseleri kadar küçük…Ama benden unutuluşu çalınan yer altı şehirleri ve izlerini bıraktığınoşehirlerin kanama kanallarında kabullenmeye çalışıyorum olan biten herşeyisen değmişken yaşamıma:Bir cenaze, sönmeyen yas mumları, sana hala aşık olduğu halde Ankara’yagelişimi karşılamak zorunda kalan sarı saçlı Kızılderili kadın, onunevindeki bitimsiz arya, kuğulu caddesi, koparılan parmakların, ilaçlafelceuğratılan milyonlarca sinir ucunda can verip geri getirilen düş’ün,düşünüş’ün, beyin ameliyatların, görünen yaraların, görünmeyenyaraların,şehir içi araba takipleri, zırhlı araçlarda insan kovalamacıları, içinedinleme cihazı yerleştirilen yüzükler, güvenlik zincirinin kırılamamasıiçintasarlanmış ikiz cep telefonların, apartmanın önünde çürüyenmotosiklet,evindeki yüzlerce suskun ve mahkum suret, resimler, heykeller, yeminkitapları, Death Can Dance, geri dönüşsüz cezalar, kılıcın, silahın,namlususana doğrultulmuş başka silahlar, savaştığın kara adamlar, karahayaletler…Sonra apansızın gelen o onulmaz boşluk: Deniz’in çıldırtan göçü…Mutlak,katıksız… Hayatında olup biten bunca şiddet varken ben acı veacımasızlıktansıyrılmış hangi anlamı verecektim geleceğine? Sana tek bir yeminetmiştim.Ama sadece sana. Yanıtsız bıraktığın sorularıma ve Xanthos’ta gökyüzünesıktığın kurşuna değil.Kale’ye gittiğimizde çay içerken gördüğümüz çocukları hatırlıyor musun?Mahallenin alçak pencereleri arasından hepsi el ele tutuşmuşyürüyorlardı.Ben bu enkazdan bir tek o çocukların yüzünü kurtarabildim. Çünkü yaşamonlariçin henüz aynalarında belirecek kara delikleri ve nevrotik toplumkorkularını kurgulamamaştı.Ahlakın soy kütüğünde varlığa dayatılan yaptırımın amaçsız şiddeti…Harcama, ölüm, ve anlamsıza katılmayan sınırlı ekonomilerle yedeklenmişdoğru yaşamlar. İtiraf edilemeyen cemaatlerin geliştirdiği birbilinçlilikhali bu. Meşrulaştırılmış şiddet ve denetim örgütleri, erojen politikasöylemleri… Hepsini somut bir gülümsemeyle ciddiyetsizleştiriyorumartık.…ve…Bir şehri ta kemiğinden yakalıyorum.Uykusuzluğun ızdıraplı akşa Bir şehri ta kemiğinden yakalıyorum.Uykusuzluğun ızdıraplı akşam üstlerindeSarhoşları ve benzin pompalarını bir başka anlıyorum.Sabahları,Ezan seslerini dinliyorum.Biraz dinsin diye sanki, kanırtılmış yalnızlığımÇıkan esintilerle, bir köprüden aşağı bakıyorum.Uçurumları anıştıran bir çaresizlik bu.İliklerine kadar soğrulmak…Soğumak, bir ceset gibi;Çarmıhta İsa gibi…Şehrin kanama kanallarını andıran sokaklarını geziyorum.Sahipsiz köpek sürüleri çıkıyor karşıma.Fahişeler ve deliler…Köşe başlarını tutmuş.Sigara kızıllığından,Karanlık pavyon kapılarını bekleyen karanlık suratlardan,Ve karşıma aniden çıkan bir arabanınBeyaz farlarından korkuyorum.İçinde varolabileceğim bir korku bu.Zamanın ve geleceğin olmadığı bir korku.Sosyal yalnızlıkların;Başarı odaklı sızlanmalarınVe bir “hayat kurtarmak”ın olmadığı…Korkulu, uykusuz ve yorgun…Çekip gidiyorum.