“Birkaç parça valizi aşağıya indirilirken, O, yanında olmasını istediği bir iki rujunu, pudrasını ve aceleyle boynuna sıktığı parfümünü çantasına tıkıştırır, yine aceleyle şapkasını kafasına geçirdikten sonra, eldivenlerini giyerken aynaya yaklaşıp, süratle fakat dikkatlice yüzünü inceler, şapkasını düzeltir, odadan çıkarken kafasını aynaya çevirip, kendini son defa süzer.
Merdivenlerden, eteklerini hafifçe kaldırarak iner. Açılan sokak kapısından hızla içeri dolan rüzgarın, yağmur damlalarını sertçe yüzüne vurmasına rağmen, başını kaldırıp baktığında, yeşilden mora, mordan laciverde dönen ıslak gökyüzüne bir an için takılır gözleri. Ve hızlı adımlarla, 1913 Hupmobile Roadster’in açılmış, O’nu bekleyen kapısına yönelir.
Yolda kafasını arabanın camına dayamış, çamur içindeki sokaklarda minyatür sellerin çizdiği desenleri izlerken gözleri dalar ve küçük bir çukura giren tekerleğin sarsıntısıyla kendine gelir. Sağ elinin eldivenini çıkarır, camı açarken şöförün uyarısına aldırmayarak, kolunu dirseğine kadar çıkarıp, avucuna Paris’in kirli gökyüzünün dolmasına izin verir. Birkaç saat sonra dolacak bir iki kabarenin, Broken Blossoms’in ikinci gösteriminden çıkan insanların önünden geçerler.
Gare de l’Est’e vardıklarında, kendisini bekleyen bir görevli tarafından karşılanır ve mermer zemin kaplamalı perona doğru yönelirler. O arada, yakından gelen bir düdük sesiyle irkilir ve sıkıntıyla kaşlarını çatar, iyi ki gideceği peronda düdükle haber vermiyordur kondüktör kalkış zamanını. Ağır demir kapının ardından, perona varılmıştır. Vagonuna doğru ilerlerken, “bir kaç küçük ayrıntı dışında çok da büyük bir farkı yok bu trenin diğerlerinden” diye düşünür. Gecenin ilk saatlerindeki gökyüzünün rengini taşıyan vagonun, olağanüstü incelikte işlenmiş kapısından içeri buyur edilir.
Yerdeki uzun tüylü bordo halının üzerinde ince topuklarının bıraktığı deliklere göz atmaktan ve hafifçe gülümsemekten kendini alamaz. Vitraylarla süslü iç kapıda, şık görevli nazik bir reveransla O’nu karşılar ve kompartımanına götürmek üzere önüne düşer. Kompartımanın kapısına geldiklerinde elindeki tek anahtarı önünde hafifçe eğilerek O’na vermesi. aklından “her yolcuya böyle özen ?” sorusunu geçirse de, sormaktan hemen vazgeçerek, teşekkür edip gülümser. Elinde küçük, elmas bir topuzu andıran kristal anahtarlığı meraklı gözlerle evirip çevirirken, görevli çoktan uzaklaşmıştır.
Her nasılsa kendinden önce gelen valizlerini odasının duvarındaki raflara yerleşmiş, arabada unuttuğunu sandığı eldivenleri özenle yatağının üzerine yerleştirilmiş bulur. Fransız Manastırlarında rahibelerin işlediği bir çeşit kumaş-dantel beyaz örtü, altına lacivert saten yorgan serili olan yatak, tek kişilik bir yatağa göre biraz küçük olsa da, şaşırtıcı bir yüksekliktedir. Yorganın köşesinden tutup, yumuşak bir hareketle yatağın ortasına doğru atar, altından beyaz saten çarşaf görünür ve odaya lavanta kokuları yayılır. Önce yatağa oturup, yatağı test ettikten sonra, ayak ucunda, cam kenarında olan masif ceviz markize geçip, kalın lacivert perdeleri aralayarak dışarıya, perona bakar; uzun siyah pelerini, bastonu ve melon şapkası ile bir adam trene binmektedir. Küçük pirinç çerçeveli aynada kendine göz atarken, şapkasını dikkatle çıkarır, restoran vagonuna geçip, bir şeyler atıştırmaya karar verir, o sırada tren hareket etmeye hazırlanıyordur, trenin düdüğü çalar…”
1800’lü yılların “Bir zamanlar Amerika” sında, George Mortimer Pullmanadındaki işadamının, ilk defa, vagonlarında daha fazla yolcu ve cebinde daha fazla para taşımak üzere kullandığı “Pulman” stili yolcu taşıma sistemini, bir başka işadamının, Belçika asıllı Georges Nagelmackers, 1876’da Amerika’yı ziyaretinde keşfetmesiyle başlar Orient Express’in yolculuğu.
Express d’Orient efsanesinin başlangıcı hemen hemen, o zamanlar prenslikler, krallıklar diyarı olan Avrupa’nın, özellikle doğusundan tiz seslerin yükselmeye, asiller sürüsünün de tahtlarının sallanmaya başladığı döneme rastlar. Bir süre sonradır ki, aynı mavi kanlılar, özgürlüklerine kaçmak üzere, Express d’Orient’de yerlerini aldıklarında, hemen yanıbaşlarına, trenin vagonlarına yıllar boyu sinecek ; entrika, ihanet ve casusluk oyunları da gerçek birer müdavim olarak çoktan yerleşmişti. Sonraki yıllarda, bu müdavim oyunların başrollerinde, Mata Hari ; femme fatal, Baden-Powell; kelebek toplayan izci çocuk imajıyla, amatör casusları oynarken, bir dönemin Fransa Başkanı Paul Deschanel pijamalarıyla vagondan düşerek,”Trenin Salakları” köşesinde ancak yer alabilmişti. Bu arada bunlar yaşanıyorken orada olsaydınız, zamanın pek meşhur dansçısı Isadora Duncan’a gece yarısı yataklı vagonda çırılçıplak dolaşırken rastlasanız bile, ki bu sıradan bir manzara olurdu, trenin neredeyse artık kalın kadife perdelerine sinmiş, O’nun o hafif baharatlı parfümünü takip ederek, yemekli vagonda, Bayan Agatha Christie’nin karşısına oturup, Hercul Poirot’ u düşünen dalgın gözlerine bakmaktan kendinizi alamazdınız….Belki de…Belki de yataklı vagonda biraz daha oyalandıktan sonra…
Express d’Orient 1883’te seferlerine başladığında, Paris-Strazburg-Münih-Viyana-Budapeşte-Bükreş-Giurgiu rotasıyla Romanya’ya geliyor, buradan Tuna üzerinden feribotla Rusçuk’a (Bulgaristan) geçiyor, 7 saatlik yolculukla Varna’ya vardığında, Avusturya yapımı bir buharlı lokomotife bağlanarak 14 saatlik Karadeniz yolcuğunun ardından, son durağı İstabul’a, trenin tanıtım afişlerindeki adıyla; Constantinople, ulaşmış oluyordu.
1889 yılına kadar, İstanbul’a haftada iki ayrı sefer düzenlenmeye devam etti, ancak aynı yıl İstanbul’a direk tren yolunun tamamlanmasıyla, sefer sayısı haftada üçe çıkarıldı. Buna rağmen, batılı sayın aristokratların, Tuna ve Karadeniz sefasından vazgeçmelerinin zorluğu, seferlerin birinin eski rotada devam etmesini, pek tabii ki daha tatlı bir fiyat tarifesiyle, sağlamış oldu. 1891 yılında, trenin adı resmi olarak Orient Express olarak değiştirildi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen aynı programla seferlerine devam eden Orient Express, savaş yıllarında, asilzadelerin ve yüksek sosyetenin yumuşak popolarını süngü ve şarapnellerden korumak adına, Doğu’ya seyahat etme fikrine pek rağbet göstermemesi yüzünden seferlerini durdurdu. ( Bu her iki Dünya Savaşı Periyodu için geçerlidir)
1919 yılında seferlerine yeniden başlayan ekspres, savaşın hemen ardından, karşı cephede bulunmuş olan Almanya’nın içinden geçen rotasını, aynı saygıdeğer popoları korumak üzere güneye, Lozan-Milan-Venedik-Trieste-Belgrad ve nihayetinde yine İstanbul olarak, kaydırdı.
1930’larda yoğun olarak artamaya başlayan kardeş Orient Expresscikler filosu, 1977 yılına kadar Avrupa’nın hemen hemen her köşesine sefer yapar hale geldi, ancak 1977’de İstanbul’a yapılan seferler, bir takım sönük nostalji vukuatlarını saymazsak tamamıyla durduruldu.
Özellikle 1980’li ve 90’lı yıllardan başlayarak, Orient Express adı, artık Amerika’dan Çin’e, Afrika’dan Avustralya’ya kadar dünyanın her yerinde mekik dokuyan tren filosu ve yine dünyanın neredeyse bütün ciks adalarında otelleri olan bir markaya dönüşmüş durumdadır….
yorumlar
ya bu ne ki? altı kaval üstü şişhane.. hatun trene bindi ne oldu sonra? pulman amcanın ne işi var yazıda. orient-express marka mı?
ben bi şey anlamadım valla.. ya bi açıklayın şunu…
yukarda anlasilcak bisi yok zaten, sen kafani yorma…Hem senin sadece bakman gerekiyo biliyosun, yanlis yere bakmissin ondan kafan karismis, sen bu linke tikliycan ve kendiliginden gecicek hersey ;)…
esprisi iyiydi hakikaten. izninizle bu resmi web sayfamin girisine koyacam, altina da “aradiginiz sayfaya hosgeldiniz” diyecem. bir de counter koyacam, ulkenin neresinden ne kadar kisi baglanmis gostersin. (sakadir, gereksiz alinganlik yapmayin lutfin)
ellerine sağlık, daha açık bir zihinle okuyun- ca (ki gerçekten dün beynim kapalıydı) yazı fena gelmedi.
birden “ne bu yalakalık” dedim kendi kendi- me ama sanırım yaptığım doğru olan.
yine de bunu tercih ederim..
Keyifli bir yazı, keşke alımlı hanımın trendeki bir gününü dahi anlatsaydınız. Ne giyerdi akşam yemeğinde, kimlerle neler konuşurdu öğlen yemeklerinde ve akşam beş çaylarında. Hangi tatlıları yerdi, hangi şarabı severdi (ne diyom ben, bunlar bin sayfa tutar)…
Bir belgeseli yakalamıştım yarısında konusu Orient Express olan, tam mutfak detaylarını anlatırken, kilitlenip kalmıştım ekran önünde. En usta aşçıların hizmet verdiği lüks restoranında ne yemekler yapılıyormuş. Malzemenin seçimi ve alımı ise hummalı bir süreçmiş. Aşçıbaşı bismillah diyip (müslüman olan Fransız aşçı bu bahsettiğim) şunu dile getiriyor, iyi yemek öncelikle iyi malzemeden yapılır ve bütün malzemeyi (bütününü dedim, tek tek) inceliyor ve beğenmediği malı almadan gara kadar gelen malzemeyi geri gönderip, yenisini yani istediği kalitedeki malzemeyi buldurtuyor ve getirtiyor. Sonra o malzemenin trende saklanışı ayrı bir hikaye, daracık mutfakta müthiş sunumlarla hazırlanan isimlerini zorlanarak telaffuz ettiğim çeşit çeşit yemekler ayrı. Diğer birimlerde de durum farklı değil; mesela yukarıda bahsedilen yatağı açınca yayılan lavanta kokusu; büyük bir ihtimalle odanın rengine uygun süslü bir kesenin içinde bırakılan lavanta tohumlarından yayılıyordur ki bu tohumlarda özenle seçilmiştir ve belli bir bölgeden geliyordur. Yani tamamen özenli ve mükemmel bir yolculuk dizaynı.
Hudutlarda neler oluyordu ve gidilen yerlerde konaklama için nereleri seçiliyordu (İstanbul da hemen aklınıza Pera Palas gelmesin, ondan önce Hotel d’Angleterre var imiş, neyse dağıtmayalım), etraf nasıl geziliyordu…
Zaman olayını düşündükçe kafayı yiyom bir de, gezini planlıyon, rezervasyonlarını yaptırıyon en az bir sene evvelinden, yolculukta geçiyor en az üç gün, gidiyon gezmek o kadar kolay değil gittiğin yerleri, kalıyon gittiğin yerlerde en az bir ay. Saatler farklı işliyormuş sanki geçmişte, sanki insan zamanını sınırlamak için değil de zamanı yaymak için varmışlar.
Zaman yolculuğuna iki adet pferzs (bugünkü biletin anlamdaşı) höst (bugünkü lütfenin anlamdaşı).
Aksam yemeginde Menu`den haslanmis kis sebzeleriyle ovulduktan sonra tutsulenmis somon, yaninda defneli patates krem, sac orguleri seklinde dekore edilmis rezene filizleri ve uzerinde armut karameli, tatli olarak da bitter chocolate fudge ve yaninda extra dark Kolombiya kahvesi secmis… Giysilerden sirt dekoltelisi, saraplardan Médoc orijinliler favorisiymis, isim vermek gerekirse Chateau Lafité Rothschild dermis. Neler konusup yaptigini da oturup tek tek anlatmaya usenmis 🙂
peeeh. akşam için bir melenkarası çıkartiim bari, kavımdan. peeeh.
Şarap olarak 1885 Château Durfort-Vivens (Kırmızı), iki şişe lütfen.
Carpacio (Marine edilmiş dana eti parmesan peyniri ile)
Rokfor,camamber,edam,emmantel, gauda, portakal marmelatı,ceviz ile…
Mozzarella ve Domates Tabağı (Taze fesleğen ve sızma zeytinyağı ile)
Taze Baharatlı Ahtapot Kavurma
Toscana Salatası
(Karışık yeşillikler,Çin marulu,pastırmaya sarılmış dil peyniri, közlenmiş biber ile)
Surf & Turf (Istakoz eti,karides,bonfile,oyster sos ile)
ve akşamın bitiminde;
Çikolatalı Sufle, french roasted coffee ve 1811 Bisquit Dubouché Konyağı.