1994 Yaz ortası, Bodrum – Saat 23 suları:
Bir barda gitar çalıp şarkı söyleyen arkadaşımla çaldığı bardan çıkıyor, gecenin geri kalanı için diğer bir bara geçiyoruz. Halikarnas tarafından liman tarafına doğru yürüyoruz. Çok kalabalık, kıç kıça teğet. Gece kim bilir nelere gebe. İhtimal çok iyi geçecek bir gecenin başındayız, zira şu anda İstanbul’un çok revaçta barlarından birinin sahibi olan o arkadaşımla ne zaman birlikte bir gece geçirsek, kendi içimizde üç beş gün süren bir efsane oluveriyor o gece, günlerce muhabbeti sürüyor, sanki diğeri orda yokmuş gibi an be an hatırlatılıyor gece:- Lan elimizde şişelerle bari atlamasaydık denize, Jack Daniel’s oğlum bu denize dökülür mü!- Denize mi atladık ki biz?- Oğlum kızlar atlayınca arkalarından atladık ya biz de.- Haa tabii yaa! … da hangi kızlar?Yarı hatırlanan, hatırladıkça sanki başkası yapmış, ben o değilmişim, bana uymaz bir sürü anı işte. Pişman mıyım? Değilim ama bırakın da utanma hakkım elimde dursun.Kadırga Bar var o zamanlar. Nedense sadece o mahallede yaşayanların değil, tüm Bodrumluların mahalle dediği Azmakbaşı Mahallesinde. Tam karşısında da T şeklinde bir iskele ve iskeleye bağlı günlük gezi tekneleri. Benim iş yerim de bu iskele. Yazları burada yerli-yabancı turist gezdiriyoruz, gezmek istemese de gezdiriyoruz, fena ısrarcıyız. Bilirsiniz ya hani sizi o zorla gezdirmek isteyen, vallahi en baba tur teknesi olan, diğerlerinin hiç gitmediği, gidemediği müthiş koylara giden, makarnanın, balığın en lezzetlisini sınırsız veren teknelerden biri, bizim o zaman. Tam iskelemizin önünden geçiyoruz ki diğer bara gidiş yolunda, hayda! 4-5 tane adam bizim teknenin tur satıcısı, kendince rehber, Bodrumlularca değnekçi, bence ısrarkeş olarak çalışan arkadaşımızı iteliyorlar, ardından kakalıyorlar. Seğirtiyorum tabii o yana doğru, durumu anlayıp müdahale etmem gerek, bir arbede çıkmak üzre. Yanlarına yanaşıp “Birader bir dakika, ne oluyor?” diyorum. 4-5 adamın önde gideni “Sana ne lan” diyerek beni göğüs nahiyemden itiyor, ben o itişle yolda yürüyen kalabalığın içine geri geri gömülürken, 4-5 adamın bir diğerinin bizim ısrarkeşin gözüyle buluşan yumruğunu görüyorum.Burada düşünmek için biraz duralım. Varsayalım tam o karede durdurduk hayatı ve düşünme şansımız var. Düşünüp ne yapacağıma karar vereceğiz, sonra yapacağım diyelim. Hani çok da fazla seçenek yok aslında. 1- Kenarda dururum ısrarkeşi döverler, mahallede durumu görenler ve ısrarkeş bana korkak gözüyle bakar ama ben hayatımın nice yıllar sürecek ve başıma dert olacak olaylar silsilesini başlatmamış olabilirim. 2- Dalarım aralarına, şansa belki bir iki vurup dövebilirim, delikanlılık serde dolanırım gerine gerine. 3- Yardım isteyecek birilerini bulmaya çalışırım hemen, ne de olsa mahalle bizim mahalle.Bu kare durdurma fantezisi gerçek olamaz tabii ki ama sanki her bu tür durumda kare durmadan hepsi geçer içimden, sanki gerçekten seçim yaparmışım uzun uzun gibi geliyor bana. İkiyi seçtim o gece, birkaç uzun saniyenin içinde. Bu seçimde bizim mahalle olması ve karşı barların güvenlik görevlilerinin (damsız almayanlar) tanıdık olmasının mutlaka etkisi vardır. Haybeye delikanlı olunmaz, akıllı olacaksın delikanlı olabilmek için. Karşı barlardan duyup bir an önce gelsin diye güvenlikçi arkadaşlar, atabildiğim en yüksek ve ürpertici narayı atarak daldım 4-5 adamın ortasına. 4-5 adam güvenlikçileri beklemeyecek kadar aceleciydi. Birinin ayağının bana doğru dimdik gelen ayak tabanını gördüm bir an, gerisi karanlık…Sanırım dakikaya yakın baygın kaldım. Kendime gelmeye başladığımda suratımın ortası fena halde zonkluyordu ve gitarist arkadaşla bir güvenlikçi beni iki kolumdan tutmuş sürüklüyordu. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Attığım nara mı, yediğim darbe mi bilemiyorum işe yaramış güvenlikçilerin hepsi oradaki teknecileri de yanlarına katarak 4-5 adama hücum etmişti. 4-5 adam birkaç kişiyi fena hırpalayarak ama kendileri de çil yavrusu gibi dağılıp köşelerde sıkıştırılarak dövülüyordu şimdi… Polis geldi. 4-5 adamın kimlikleri bizimkiyle birlikte tespit edildi. Ülkü Ocakları her sene karate şampiyonaları düzenler ve bölge birincilerini tatil beldelerinden birinin Ülkü Ocaklarına tatile yollarlarmış. Bizim 4-5 adam da tatillerini geçirmekte olan bölge birincileriymiş. Suratımın ortasında patlayan tabanın zarif gelişini açıklıyor işte bu. O gecenin gerisinin bu hikayeye faydası yok. Burnum fena kırılmıştı, bir basit doktor müdahalesi sonrası 20 gün kadar mosmor gözler ve dağınık bir suratla dolaştım. Yirmi günün ardından sağa hafif yatmış, sol deliğinden hava alması zorlaşmış bir burnum vardı artık.1996 Yaz ortası Bodrum – Saat sabaha karşı 4-5 suları:
Azmakbaşı’ndayız. Yanımda bu kez kadim dostum, çocukluk arkadaşım ve tekne ortağım Murat var. Temple barda fena içmişiz zik zaklar çizerek tekneye dönüyoruz. Azmakbaşında sabaha kadar açık restoranlar var, o saatte çorbacının önünden geçip çorba içmemek pek bize göre değil. Oturup söylüyoruz çorbaları. İçine masada ne varsa döküyoruz; Tuz, kara-kırmızı biber, sarımsak, sirke, limon… Kesinlikle ritüel. Çorbanın ortasına kadar dünya yıkılsa fark etmezsin o esnada. Tam çorbanın ortasını geçiyorum, deniz kenarında bir arbede. Murat’a gösteriyorum. 15-20 kişi 2 kişiyi dövüyor. Çok ayıplıyoruz durumu. Adaletsiz buluyoruz ama çorbaya devam. Neden sonra Murat birden dayak yiyenlerin bizim arkadaşlarımız olduğunu anlayıveriyor, dikkatlice bakınca. Bunu anladığım anda bu sefer kesinlikle hiç düşünmüyorum, koşarak dalıyorum 15-20 kişinin arasına, Murat arkamda… Baya bir ilerliyorum kalabalığın içerisinde yumruk ve tekme sallayarak, biri saçıma yapışıp alaşağı ediyor kafamı, bir başkası yapıştırıyor tekmeyi suratımın ortasına…Burnumun kırıldığını bu kez hemen anlıyorum, olay yine polisin gelmesiyle dağıtılıyor, karakol, nezaret, doktor… Doktor burnumun kırık olmasından ziyade alkollü olmama takılıyor. Ertesi akşamdan itibaren simsiyah bir surat ,biraz aşağı düşmüş bir burun ve zor konuşan bir ağızla Temple’da barın köşesinde yerimi alıyorum… Kırılan burnun davası olmaz.2004 Ocak, İstanbul – Saat 19:40:
İlk kar afetinin üçüncü günü. Akşam 20:00 da Habertürk’te bir canlı yayına davetliyiz. Canlı yayına 25 dakika kala Habertürk’e varabiliyoruz, daha makyaj filan yapılacak. Biraz panik hali var. Birlikte geldiğim arkadaşları tam kapının önünde indiriyorum ki karda debelenmesinler. Onlar önden fırlıyor içeri, ben arabayı parka çekip gidiyorum arkalarından. Merdivenleri koşarak çıkıyorum, otomatik açılır çift cam açılıyor, otomatik kapıyı geçer geçmez hemen ilerde, sağda, güvenlik geçişi, süratle yönleniyorum oraya… Eskiden araba camlarına kedi yapıştırırlardı hatırlar mısınız? Dünyanın en gereksiz yere yerleştirilmiş boydan boya ve üzerinde hiçbir işaret olmayan camına aynen o kedi gibi yapışıyorum. Yığılıyorum yere, yer kan revan. Elim direk burnuma gidiyor… “Lan yine mi, lan yine mi, lan yine mi” diye tepiniyorum yerde… Burnum bu kez diğer kırıldığı yerlerden de tekrar kırılarak yeni kırıklar ekliyor tarihine.2004 13 Şubat Cuma, İstanbul – Saat 09:00:
Burnumdaki ve yüzümdeki açık yaraların kapanmasını takiben ameliyat günü geliyor çatıyor. Bu kez narkoz marifetiyle bayıltmaya müteakip iki doktor tamamen kırıyorlar burnumu. Bir burun ameliyatı için oldukça uzun sayılabilecek bir sürede biten ameliyatımın ardından ayılırken, doktorların başımda “Ne iş yapıyormuş bu ya?” dediklerini duyuyorum… “Vallahi müzik adamıyım” demek için çırpınıyorum ama sadece bir kısık inleme çıkabiliyor ağzımdan. Yine mosmor bir surat, orkinos gibi bakan gözler, alçıda bir burun ile baş başayım. Bir daha kırarsam yemin ederim aldırıcam burnumu, iki delik yeter bana kardeşim. Güneş gözlüğü filan da takmayıveririm aman!