7-Aralık-1999Bugün biraz daha kaçınılmaz sona doğru yaklaştığımı hissettim. Ellerimdeki ve ayaklarımdaki şişlikler bu sabah biraz daha artmış. Vizitten çıkarken genç doktorların yaşlı profun ardında anne ördeği takip eden yavru ördekler gibi nizamlı ve tabii yürüyüşlerine endişeli de olsa gülümsemiştim. Odanın dışından içeriye yansıyan tiz sesin yankısı kulağımda patlayıncaya dek:Bu kadar üreyle yaşaması mucize!Ne mucizesi be yaşıyoruz işte!Tetkiklerimin daha iyi yapılması için daha büyük bir hastaneye sevk edileceğimi öğrendim az önce. Kaç etti bu? üç galiba?Rengimin limoni sarıya ve göz alltlarımın morumsu haresine rağmen bizimkiler ağız birliği etmişcesine iyi görünüyorsun diyorlar. Ben gidiciyim artık belki eve bile dönemeden ölürüm bu hastane köşesinde diyorum.Ağzından yel alsın o nasıl söz diyorlar.Kâbeyi ziyarete gelir gibi köyden, başka şehirlerden akın akın geliyor akrabalar, arkadaşlar. Herkeste ölmeden son kez görelim gayreti. Ha bir de helalleşme kaygısı.Bilmezler mi ki bu, bir hastanın damarına şu serumdan daha çok ölüm endişesi zerk eder.Bir tek kızkardeşim gelmedi.çağırdığım, çağırttığım halde. Bitmek bilmez inadını bir ömre sığdırdı hemşire. Halbuki çok bekledim. Gelse küslük yapmayacaktım. Bugün de gelmezse bizimkilere söyleyeceğim cenazeme de gelmesin, gelirse de almasınlar eve o saatten sonra. Sol elimde sürekli açık duran damar yolunun acısına dayanamadığımı söylediğimden dün gece sağ elimin üstünü deldi hemşire. Yazamıyorum. Son yazım bu olur belki de…
………………………………………………………………Son yazısı bu oldu. Bu yazıdan tam üç gün sonra ardında siyah ciltli bir günlük,hastaneden eve anlamsız biçimde taşınmış birkaç torba ilaç, içinde içinde çok az para olan bezgin ve bedbin kahverengi bir cüzdan, sigaradan hiçbir zaman vazgeçmediği için her daim gömlek cebinde taşıdığı metal bir çakmak, bir okuma gözlüğü ve belki defalarca okunmaktan yıpranmış sayfaları sararmış kitaplar, birkaç takım elbise ve içimizde kocaman bir boşluk bırakarak yepyeni bir dünyayı keşfe gider gibi gitti.Ona ait kokuların ve dokuların evden uzaklaştırılma vakti geldiğinde tahammülfersa bir kederin soğuk bir ruzgar gibi tüm bedenimi dolaştığını, saçımdan, yüzüme kadar her zerremi ürpertip ağzımdan burnumdan geçip ciğerime kadar dolduğunu hissettim. Bir hayaletle yaşama ihtimalimizi ortadan kaldırmak için tüm yaşanmışlıkları, babalı günlerimizi anımsatacak her şeyi evin yamacında bekleyen bir eskiciye bahşediyorlardı. O da illa ki bunları ya bir fakire verecek ya kendi giyecek ama asla ve asla mavi bir leğen ya da bir düzine mandala satmaya kalkmayacaktı.Eskicinin bildiği, benim bilmediğim kağıtlara yazılmamış gizli bir yasaydı bu. Ve yalnız evlerinden bir cenaze çıkanların öğrenebileceği haksız adaletsiz bir yasa.Sıra kışlıklara geldiğinde buram buram lavanta rayihası doldu odaya. Annemin adetiydi ceket ceplerine ve kışlık kazakların aralarına lavanta torbaları yerleştirmek. O kokuyla daldım maziye. Lavanta..kırk yıllık memuriyetin, sürgünün, kederin kokusuydu lavanta. Yoksulluğun, meşakkatin, çaresizliğin kokusuydu lavanta. Baba kokusuydu lavanta…Dolap ve çekmeceler talana gelmiş korsan edasıyla akrabalarımız tarafından hızlı ve acımasız bir tavırla boşaltılırken buldum o defteri. Ölümünden tam on beş gün sonra…Ben kara kaplı defterin sayfaları arasında delişmen ve hüzünkar gözlerle satır satır dolaşırken teyzem buluyor o ayakkabı kutusunu demir karyolanın altında. Hiç giyilmemiş.Siyah, giyilmemiş, rugan, giyilmemiş, ayakkabı, yeni, giyilmemiş………………………………………………………………………………………………………………………………..Seni çok özlüyorum babacığım…Çok sıfatının ne kadar çaresiz ve dilsiz bir sözcük olduğunu bilirsin. Kara kaplı defterinde benim için düşülmüş bir tek satırla özlemini kurşun gibi dizerken yazıya sen söylemişsin:Kızımı çok özlüyorum. Çok, ne aciz bir kelime!
Ben bu acziyeti tam on yıldır yaşıyorum. Tatsız, tuzsuz, huzursuz ve kefen giydirilmiş babaevi tortusu karşılıyor beni annemin yanına her gittiğimde. Her gidişimde aynı soru hala dilimin ucuna geliyor. Anne, babam nerde?Umarsız bir kırgınlıkla susuyorum. Oysa ne çok isterdim annemin bu soruya çarşıda, pazarda ya da işte diye yanıt vermesini.Yanıtı olmayan sorular sormaktan vazgeçtim artık. Ama yanına kadar geldiğimde seni görememek, soğuk bir mezar taşına senin yüzüne bakar gibi iç dökmek ve hasretle geldiğim bir kabristandan aynı hasret duygusuyla dönmeye alışamadım.Çok özlüyorum seni, çok ne aciz bir kelime..
Kara kaplı defterini, ömrümün yegane mirası gibi ya da bir çocuğun sevdiği bir yiyeceği, oyuncağı elinden alırlar zannıyla yabancılardan saklamaya çalışması gibi kimseye göstermeden yüreğimin ta içinde saklıyorum bilesin.22-Eylül-1999Onun kendine özge( özgü mü demek istemiş acaba) halleri vardır. Kimse anlamaz onu.Kırılgandır, incedir bir o kadar kararlı, azimli, deli…Üzülmesinden korkuyorum, gitme diyeceğim dinlemeyecek. Gitme demeyeceğim…