Rahat gece, tatlı mehtâb bul bana, Her şeyden anlatayım, o zaman sana departmanından…
Son günlerde hafif’deki bilgi kirliliğine bir de tasavvuf ve onun büyükleri hakkındaki yanlış bilgiler eklendi. Kendini bilmez bu cahiller, ayıplarını hüner sanarak sergilemektedirler.Zavallı câhil, sanır ki, din adamıdır;din ile ilgisi, yalnız böyle sanmasıdır.
Büyükler, cahilin ve düşmanın ağzını kapamanın kale kapısını kapamaktan daha zor olduğunu söylemişler.Kendinden haberi olmıyan zevallıya,yakışır mı, ince bilgileri diline ala?
Her ne kadar bu meseleye işaret etmeye çalışsam da gaye hasıl olmadı, taş yerine oturmadı.Nasıl taş içindeki böcek yer ve göğün hep orası olduğunu sanırsa malum zevatta doğru olanın kendi hastalıklı düşünceleri olduğunu sanmakta.Arzularının ardında koştukça sen.âşıkım deyince, yalan söylersin!
Şahsıma yapılan hakaretleri bir kenara bırakıyorum, zira bunun pek bir önemi yoktur; yeter ki meramımız anlaşılsın, hastalıklı bünyelerdeki mikroplar tedavi edilsin. Ne de olsa insan beşer, durmaz şaşar, düz ovada yürür iken, ayağı sürter; düşer…Söyle ona, neden kötülük yapıyor?Bana değil, kendi kendine ediyor.
Ehl-i Sünnet Vel Cemaat akidesine leke sürülmesin, Hak gelsin, batıl zayi olsun.Ehl-i Sünnet yolunun beyanı gayet açıktır; aşkla yanan kimseye en iyi haber, yolu bilmeyen yolcuya en iyi rehber budur.Dil uzatırsa, bunlara, eğer bir câhil,Allah korusun! Ağza almam sözlerini,
Bu yazıda Bazı tasavvuf büyüklerinin sekr( sarhoşluk) hallerindeki sözleri hakkında, İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisani Ahmedi Faruki Serhendi hz.lerinin Mektubat-ı Şerife’sini referans alarak ve bol iktibas yaparak malumat arzedeceğim.İslam’ın içinin boşaltılmaya çalışıldığını namazın yerini sema gösterilerinin aldığını ve bunun da kasıtlı olarak yapıldığını daha önceki yazılarımda dile getirmiştim. Elbette bu hadise bugün değil yıllar önce ortaya çıkan ve o zamanlardan kala gelen bir hastalıktır.Din adamı görünüp, dünyaya tapan kimse,kendi yoldan sapmıştır, gayra nasıl göstere?
Mektubat-ı Şerife’den sık sık yer vereceğim altınlara (alıntılara) bu vesile ile başlamış olayım. Bakalım ne buyruluyor ;“Namazın hakîkatini anlıyamıyanlardan birçoğu da, ızdırâblarını teskîn ve ruhlarını ferahlandırmağı, simâ’ ve nağmede, yâni mûsikîde, vecde gelmekte, kendinden geçmekte aradı. Maksadı, mâşuku, mûsikî perdelerinin arkasında sandı. Bunun için raksa, dansa sarıldılar. Hâlbuki, “Allahü teâlâ haramda şifâ te’sîri yaratmamıştır” hadis-i şerifini işitmişlerdi. Evet, boğulmak üzere olan bir acemi yüzücü, her ota da sarılır. Birşeyin aşkı, âşıkı sağır eder ve kör eder. Bunlara eğer namazın kemâlâtından birşey tattırılmış olsaydı, simâ’ ve nağmeyi ağızlarına almaz, vecde gelmeği hâtırlarına bile getirmezlerdi. Fârisî mısra’ tercümesi:
Doğru yolu göremeyince, çöle saptılar.
Ey kardeşim! Namaz ile mûsikî arasında ne kadar uzaklık varsa, namazdan hâsıl olan kemâlât ile mûsikîden hâsıl olan teessür de, birbirinden o kadar uzaktır. Aklı olan, bu kadar işaretten çok şey anlar! “Âkıl isen kıl namazı, çün saadet tâcıdır.Sen namazı öyle bil ki, müminin mîracıdır.
Tasavvuf yolunu sema ve musiki yolu zanneden ; Tarikat-ı Muhammediye’nin farkına varamamış ve hakikatini anlayamamış olan; kulaktan dolma zevattır.Peki bu yol ne içindir ve kimin yoludur?“Zümer sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, “Biliniz ki, Allahü teâlâ, hâlis olan din ister” buyuruldu. Böylece, herkese, ihlâs kazanması emr olundu. Fenâ hâsıl olmadıkça, ihlâs elde edilemez. Zat-i ilâhî sevilmedikce ihlâsın varlığı düşünülemez. Fenâyı hâsıl eden ve insanı, Zat-i ilâhînin sevgisine kavuşturan şey de, tesavvuf yolunda ilerlemektir. Görülüyor ki, bu yolda ilerlemek, herkese lâzım olmaktadır. Çünki, ihlâsa kavuşmak, herkese lâzımdır. Yüksek mertebeleri ve bu mertebelere ulaştırmaları bakımından, tesavvuf yolları çeşidlidir. Bunlar arasında, sünnet-i seniyyeye uymağı ve islâmiyete yapışmağı emr edenleri seçmek daha iyi ve uygundur. Bu yol da, Ebû Bekr-i Sıddîkın yoludur. Çünki bu yolun büyükleri, bu yolda, sünnet-i seniyyeye yapışmışlar, bid’atten sakınmışlardır. Elden geldiği kadar ruhsatla iş görmeğe izn vermezler. Ruhsat verilen işler, kalbe faydalı görünseler de, bunlara izn vermezler. Azîmet olan işler, kalbe zararlı görünseler de, azîmetle iş görmeği elden bırakmazlar. Ahvâl ve mevâcîdi, islâmiyet terâzîsi ile ölçerler. Zevkleri ve marifetleri, din bilgilerinin hizmetcileri bilirler. Çok kıymetli cevâhir gibi olan fıkh bilgilerini, ceviz ve cam parçaları gibi değersiz olan vecd ve hâl ile, çocuklar gibi değişmezler. Tesavvufcuların, manâsız sözlerine kıymet vermez, aldanmazlar. (Nass)ı bırakıp (Fuss)a bağlanmazlar. [Yâni fıkh bilgilerini bırakıp, (Füsûs) kitabına bağlı kalmazlar.] Medînede olan fütûhâti bırakıp, (Fütûhât-i Mekkiyye)ye sarılmazlar. [Yâni çoğu Medîne-i münevverede gelmiş olan fıkh bilgilerini bırakıp da, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Fütûhât-i Mekkiyye) adındaki kitabında yazılı fıkh bilgilerine uymıyan marifetlere sarılmazlar.] Bunun için, bu büyüklere hâsıl olan hâller gelip geçici değildir. Gafletsiz geçen vaktleri çok uzun sürer.”
Ne bahtiyâr, ol kişi kim,okuduğu, Kur’an ola!Ezan, ikâmet duyunca,gönlü dolu, îman ola!
Edile-i Şeriyye’yi ( Kitap, Sünnet; İcma, Kıyas) bırakıp Şeyh Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin sekr( sarhoşluk/cezbe) halinde söylediği Şeriat-ı Ahmediyye’ye muhalif sözleri tevile ihtiyaç duymadan kabul eden cahiller sekr ve sehvi karıştırmışlar ve hangisinin daha üstün olduğunu anlayamamışlardır.“Sekr, yâni şü’ûrsuz, dalgınlık hâlini sahv, yâni uyanıklıktan üstün görenleri de böyledir. Sahvın ne olduğunu bilmiş olsalardı, sahvın yanında sekri dillerine bile almazlardı. Fârisî mısra’ tercümesi: Toprak nerede, temiz âlem nerede?
Bunlar yüksek insanların sahvını, câhillerin sahvları gibi sanmış olacaklar ki, sekri sahvdan üstün tutmuşlar. Keşke, câhillerin sekrini de, yükseklerin sekri gibi bilselerdi de, öyle söylemeselerdi. Çünki aklı olan herkes bilir ki, sahv, sekrden, yâni ayıklık serhoşluktan elbette iyidir. Câhillerin sahvları da böyledir. Büyüklerin sahvları da böyledir. Evliyâlığı Peygamberlikten ve sekri sahvdan üstün tutmak, kâfirliği, müslümanlıktan üstün tutmaya ve bilgisizliği ilimden daha üstün tutmaya benzer. Çünki küfür ve cehl, evliyâlığa benzer. İslâm ve marifet ise, Peygamberlikte olur. Hallâc-ı Mensûr diyor ki, Arabî beyt tercümesi: Allahın dînine inanmıyorum, küfür lâzımdır,müslümanlar beğenmeseler de, bence böyledir!
Muhammed küfürden sakınmış, Allahü teâlâya sığınmıştır. İsrâ sûresinin seksendördüncü âyetinde meâlen, “Onlara de ki, herkes, yaradılışında bulunanı yapar!” buyuruldu. İslâmiyyette, islâm küfürden iyi olduğu gibi, hakîkatte de, islâmın küfürden iyi olduğunu bilmek lâzımdır. Çünki islâmiyet, hakîkatin sûretidir.”Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin “Bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir” demesi yine bu sekr hali sebebiyledir.Bu meselenin hakikati ise şudur;“Sâlik kendi isminde ilerlerken, büyüklerin ismlerini de kısaca geçerek, ismin sonuna gelir. Kendinin daha üstün olduğunu sanır. Görmüş olduğu ve hepsinin geçmiş olduğu, büyüklerin makamlarının, makamların aslı olmayıp, nümûneleri olduğunu anlıyamaz. Bu makamda, kendini, hepsini toplamış ve onları kendinin parçaları sanarak, kendini daha yüksek görür. Bâyezîd-i Bistâmî bunun için, (Bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir) dedi. Aklı başında olmadığı için, bayrağının, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından değil, o bayrağın görüntüsünden daha yüksek olduğunu anlıyamadı. Kendi isminin hakîkatinde, o ismin görüntüsünü görmüştü. Yine bunun için, kalbinin çok geniş olduğunu bildirdi.”Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?Yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada!
Peki sekr halinde söylenen bu sözleri ne yapacağız.Nereye yerleştireceğiz. Nasıl mana vereceğiz?“ Sôfiyye-i aliyyenin islâmiyete uymıyan bazı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şü’ûrları örtülü olduğundan, özrlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması câiz değildir. Böyle sözlere, islâmiyete uyacak şekilde manâ vermek, kelimelerden anlaşılan manâyı bırakıp, meşhûr olmıyan manâlarını vererek, islâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünki âşıkların, muhabbet serhoşlarının sözleri, çeşidli manâlara gelir. Bu manâlar arasından, doğru ve onların büyüklüğüne yakışan manâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.”Bakınız . Şeyh Abdülkebîr-i Yemenî’nin “Hak teâlâ gaybı bilmez” sözüne karşılık İmam-ı Rabbani hazretleri cevap olarak ne yazıyor.“Efendim! Bu fakir, bu gibi sözleri dinlemeye dayanamıyorum. Elimde olmıyarak, Fârûkî damarım kabarıyor. Bunlardan, islâmiyete uygun bilgiler çıkarmaya vakit bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebîr-i Yemenî olsun, ister şeyh Ekber-i Şâmî olsun, hiçbirini duymak istemiyorum. Bize Muhammed-i Arabînin buyurduğu sözler lâzımdır. Muhyiddîn-i Arabînin ve Sadreddîn-i Konevînin ve Abdürrezzâk-ı Kâşînin sözleri lâzım değildir. [Çünkü, bu büyük Velîlerin bazı kelimeleri tevile muhtaçdır. Tevil, muhtelif mânalar içinden şeriate uygun olanı seçmektir. Bunu herkes yapamaz.] Bize (Nass) lâzımdır. (Fuss) [yâni Füsûs kitabı] lâzım değildir. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitabına bakmayız. Hak teâlâ, Kur’an-ı kerimde, gaybı bildiğini söyliyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğunu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir sözdür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamaktır. Gayb kelimesi, başka şeyi de göstermektedir demek, insanı bu alçaklıktan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslâmiyete uymıyan böyle sözlerle ne demek istediklerini keşke bilseydim. Hallâc-ı Mensûr (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhânî) dedi ise suçlu olmaktan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zaman, şü’ûrları, akılları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fakat, bunların sözleri, hâl bildirmiyor. Bir ilim, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin tevil edilmesini istemiştim) demeleri, onları suçlu olmaktan kurtarmaz. Böyle kelimelerin tevili makbûl değildir. Çünkü, yalnız sekr hâlinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, başka şey anlamaya çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şeyler anlamaya çalışılmaz. Böyle şeyler söyliyen kimse, eğer (Melâmet) yolunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak birşey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmaya yaklaşmaya ne lüzûm vardır? “
Benim bu gibi sözlere olan kızgınlığım Şeyh Muhyiddin-i Arabi ve O’nun yolunda giden büyükler sebebiyle değil onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller sebebiyledir.Ortalık aydınlanınca olur belli,herkesin geceyi, kimle geçirdiği!
Son olarak bu gibi hallerden kurtulup doğru yolda nasıl ilerleyeceğimizi yine büyükİmam anlatıyor bizlere.Dinleyelim…“Bu fakire de, böyle yanılmak çok oldu. Yanlış görüşlere çok yakalandım. Bu hâller çok zaman sürdü. Fakat, Allahü teâlâ korudu. Önceki inancım hiç sarsılmadı. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikatta hiç gevşeklik olmadı. Bunun için ve bütün nîmetleri için, Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun! Ehl-i sünnet îtikatına uymıyan görüşlere hiç kıymet vermedim. Bu îtikata uygun manâlar verdim. Hattâ, bunun yerine, tevbe, istigfâr ve Allahü teâlâya sığınarak, Ehl-i sünnet îtikatına uymıyan böyle keşflerin, görüşlerin hâsıl olmaması için yalvardım, düâ eyledim. Birgün, böyle yanlış keşfler için beni kıyâmette sorguya çekerlerse, azâb ederlerse diye çok korktum. Bu korku beni kapladı. Hiç rahatım kalmadı. Allahü teâlâya çok yalvardım. Bu sıkıntım çok zaman sürdü. Böyle bir zamanımda, bir Velînin kabri yanından geçiyordum. Bu üzüntümün çözülmesi için, o Velîden yardım diledim. O ânda, Allahü teâlânın lutfü, merhameti yetişti. İşin içyüzü, olduğu gibi açıklandı. Âlemlere rahmet olan, sonuncu yüce Peygamberin ruhaniyeti hazır oldu. Üzüntülü kalbi tesellî buyurdu. Anlaşıldı ki, Allahü teâlâya yakînlik, her bakımdan üstünlük ise de, sana hâsıl olan yakînlik, senin rabbin olan ism-i ilâhî mertebesinin zıllerinden bir zılle olan yakınlıktır. Bu yakınlık ise, her bakımdan üstünlüğü bildirmez. Bu makamın Âlem-i misâldeki görünüşünü açıkladılar ki, hiç şübhem kalmadı. Bütün kuruntular yok oldu. Böyle şübhelere yol açan ve iyi manâlar verilmesi lâzım olan, bu gibi bilgilerden birkaçını kitaplarımda ve mektûblarımda yazmıştım. Böyle bilgilerin yanlış olmasına yol açan yerleri, Allahü teâlâ lutf ederek bildirince, bunları da yazarak, yaymak istedim. Çünki, “YAYILMIŞ OLAN GÜNÂHIN TEVBESİNİ DE YAYMAK LÂZIMDIR!”. Böylece, herkes, bu bilgilerden, islâmiyete uymıyan fikrlere saplanmasın. Bunlara saplanarak, doğru yoldan sapmasınlar. Yâhud da, inat ile ve gösteriş olarak, bu fakire sapık, câhil demeğe kalkışmasınlar. Çünki, bu hiç bilinmiyen yolda, böyle güller çok açılmıştır. Birçoklarını doğru yola çekmiş, kimisini de yoldan kaydırmıştır. Yüksek babamdan işitmiştim ki, “Dalâlet çukuruna düşen, doğru yoldan ayrılan, yetmişiki fırkanın çoğu, tesavvuf yoluna girip, yolun sonuna varmadan, yanlış görüşlere aldanarak sapıtmışlardır” buyurmuştu.”
Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.
Vesselâm.