Rahat gece, tatlı mehtâb bul bana, Her şeyden anlatayım, o zaman sana departmanından…
Son günlerde hafif’deki bilgi kirliliğine bir de tasavvuf ve onun büyükleri hakkındaki yanlış bilgiler eklendi. Kendini bilmez bu cahiller, ayıplarını hüner sanarak sergilemektedirler.Zavallı câhil, sanır ki, din adamıdır;din ile ilgisi, yalnız böyle sanmasıdır.
Büyükler, cahilin ve düşmanın ağzını kapamanın kale kapısını kapamaktan daha zor olduğunu söylemişler.Kendinden haberi olmıyan zevallıya,yakışır mı, ince bilgileri diline ala?
Her ne kadar bu meseleye işaret etmeye çalışsam da gaye hasıl olmadı, taş yerine oturmadı.Nasıl taş içindeki böcek yer ve göğün hep orası olduğunu sanırsa malum zevatta doğru olanın kendi hastalıklı düşünceleri olduğunu sanmakta.Arzularının ardında koştukça sen.âşıkım deyince, yalan söylersin!
Şahsıma yapılan hakaretleri bir kenara bırakıyorum, zira bunun pek bir önemi yoktur; yeter ki meramımız anlaşılsın, hastalıklı bünyelerdeki mikroplar tedavi edilsin. Ne de olsa insan beşer, durmaz şaşar, düz ovada yürür iken, ayağı sürter; düşer…Söyle ona, neden kötülük yapıyor?Bana değil, kendi kendine ediyor.
Ehl-i Sünnet Vel Cemaat akidesine leke sürülmesin, Hak gelsin, batıl zayi olsun.Ehl-i Sünnet yolunun beyanı gayet açıktır; aşkla yanan kimseye en iyi haber, yolu bilmeyen yolcuya en iyi rehber budur.Dil uzatırsa, bunlara, eğer bir câhil,Allah korusun! Ağza almam sözlerini,
Bu yazıda Bazı tasavvuf büyüklerinin sekr( sarhoşluk) hallerindeki sözleri hakkında, İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisani Ahmedi Faruki Serhendi hz.lerinin Mektubat-ı Şerife’sini referans alarak ve bol iktibas yaparak malumat arzedeceğim.İslam’ın içinin boşaltılmaya çalışıldığını namazın yerini sema gösterilerinin aldığını ve bunun da kasıtlı olarak yapıldığını daha önceki yazılarımda dile getirmiştim. Elbette bu hadise bugün değil yıllar önce ortaya çıkan ve o zamanlardan kala gelen bir hastalıktır.Din adamı görünüp, dünyaya tapan kimse,kendi yoldan sapmıştır, gayra nasıl göstere?
Mektubat-ı Şerife’den sık sık yer vereceğim altınlara (alıntılara) bu vesile ile başlamış olayım. Bakalım ne buyruluyor ;“Namazın hakîkatini anlıyamıyanlardan birçoğu da, ızdırâblarını teskîn ve ruhlarını ferahlandırmağı, simâ’ ve nağmede, yâni mûsikîde, vecde gelmekte, kendinden geçmekte aradı. Maksadı, mâşuku, mûsikî perdelerinin arkasında sandı. Bunun için raksa, dansa sarıldılar. Hâlbuki, “Allahü teâlâ haramda şifâ te’sîri yaratmamıştır” hadis-i şerifini işitmişlerdi. Evet, boğulmak üzere olan bir acemi yüzücü, her ota da sarılır. Birşeyin aşkı, âşıkı sağır eder ve kör eder. Bunlara eğer namazın kemâlâtından birşey tattırılmış olsaydı, simâ’ ve nağmeyi ağızlarına almaz, vecde gelmeği hâtırlarına bile getirmezlerdi. Fârisî mısra’ tercümesi:
Doğru yolu göremeyince, çöle saptılar.
Ey kardeşim! Namaz ile mûsikî arasında ne kadar uzaklık varsa, namazdan hâsıl olan kemâlât ile mûsikîden hâsıl olan teessür de, birbirinden o kadar uzaktır. Aklı olan, bu kadar işaretten çok şey anlar! “Âkıl isen kıl namazı, çün saadet tâcıdır.Sen namazı öyle bil ki, müminin mîracıdır.
Tasavvuf yolunu sema ve musiki yolu zanneden ; Tarikat-ı Muhammediye’nin farkına varamamış ve hakikatini anlayamamış olan; kulaktan dolma zevattır.Peki bu yol ne içindir ve kimin yoludur?“Zümer sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, “Biliniz ki, Allahü teâlâ, hâlis olan din ister” buyuruldu. Böylece, herkese, ihlâs kazanması emr olundu. Fenâ hâsıl olmadıkça, ihlâs elde edilemez. Zat-i ilâhî sevilmedikce ihlâsın varlığı düşünülemez. Fenâyı hâsıl eden ve insanı, Zat-i ilâhînin sevgisine kavuşturan şey de, tesavvuf yolunda ilerlemektir. Görülüyor ki, bu yolda ilerlemek, herkese lâzım olmaktadır. Çünki, ihlâsa kavuşmak, herkese lâzımdır. Yüksek mertebeleri ve bu mertebelere ulaştırmaları bakımından, tesavvuf yolları çeşidlidir. Bunlar arasında, sünnet-i seniyyeye uymağı ve islâmiyete yapışmağı emr edenleri seçmek daha iyi ve uygundur. Bu yol da, Ebû Bekr-i Sıddîkın yoludur. Çünki bu yolun büyükleri, bu yolda, sünnet-i seniyyeye yapışmışlar, bid’atten sakınmışlardır. Elden geldiği kadar ruhsatla iş görmeğe izn vermezler. Ruhsat verilen işler, kalbe faydalı görünseler de, bunlara izn vermezler. Azîmet olan işler, kalbe zararlı görünseler de, azîmetle iş görmeği elden bırakmazlar. Ahvâl ve mevâcîdi, islâmiyet terâzîsi ile ölçerler. Zevkleri ve marifetleri, din bilgilerinin hizmetcileri bilirler. Çok kıymetli cevâhir gibi olan fıkh bilgilerini, ceviz ve cam parçaları gibi değersiz olan vecd ve hâl ile, çocuklar gibi değişmezler. Tesavvufcuların, manâsız sözlerine kıymet vermez, aldanmazlar. (Nass)ı bırakıp (Fuss)a bağlanmazlar. [Yâni fıkh bilgilerini bırakıp, (Füsûs) kitabına bağlı kalmazlar.] Medînede olan fütûhâti bırakıp, (Fütûhât-i Mekkiyye)ye sarılmazlar. [Yâni çoğu Medîne-i münevverede gelmiş olan fıkh bilgilerini bırakıp da, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Fütûhât-i Mekkiyye) adındaki kitabında yazılı fıkh bilgilerine uymıyan marifetlere sarılmazlar.] Bunun için, bu büyüklere hâsıl olan hâller gelip geçici değildir. Gafletsiz geçen vaktleri çok uzun sürer.”
Ne bahtiyâr, ol kişi kim,okuduğu, Kur’an ola!Ezan, ikâmet duyunca,gönlü dolu, îman ola!
Edile-i Şeriyye’yi ( Kitap, Sünnet; İcma, Kıyas) bırakıp Şeyh Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin sekr( sarhoşluk/cezbe) halinde söylediği Şeriat-ı Ahmediyye’ye muhalif sözleri tevile ihtiyaç duymadan kabul eden cahiller sekr ve sehvi karıştırmışlar ve hangisinin daha üstün olduğunu anlayamamışlardır.“Sekr, yâni şü’ûrsuz, dalgınlık hâlini sahv, yâni uyanıklıktan üstün görenleri de böyledir. Sahvın ne olduğunu bilmiş olsalardı, sahvın yanında sekri dillerine bile almazlardı. Fârisî mısra’ tercümesi: Toprak nerede, temiz âlem nerede?
Bunlar yüksek insanların sahvını, câhillerin sahvları gibi sanmış olacaklar ki, sekri sahvdan üstün tutmuşlar. Keşke, câhillerin sekrini de, yükseklerin sekri gibi bilselerdi de, öyle söylemeselerdi. Çünki aklı olan herkes bilir ki, sahv, sekrden, yâni ayıklık serhoşluktan elbette iyidir. Câhillerin sahvları da böyledir. Büyüklerin sahvları da böyledir. Evliyâlığı Peygamberlikten ve sekri sahvdan üstün tutmak, kâfirliği, müslümanlıktan üstün tutmaya ve bilgisizliği ilimden daha üstün tutmaya benzer. Çünki küfür ve cehl, evliyâlığa benzer. İslâm ve marifet ise, Peygamberlikte olur. Hallâc-ı Mensûr diyor ki, Arabî beyt tercümesi: Allahın dînine inanmıyorum, küfür lâzımdır,müslümanlar beğenmeseler de, bence böyledir!
Muhammed küfürden sakınmış, Allahü teâlâya sığınmıştır. İsrâ sûresinin seksendördüncü âyetinde meâlen, “Onlara de ki, herkes, yaradılışında bulunanı yapar!” buyuruldu. İslâmiyyette, islâm küfürden iyi olduğu gibi, hakîkatte de, islâmın küfürden iyi olduğunu bilmek lâzımdır. Çünki islâmiyet, hakîkatin sûretidir.”Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin “Bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir” demesi yine bu sekr hali sebebiyledir.Bu meselenin hakikati ise şudur;“Sâlik kendi isminde ilerlerken, büyüklerin ismlerini de kısaca geçerek, ismin sonuna gelir. Kendinin daha üstün olduğunu sanır. Görmüş olduğu ve hepsinin geçmiş olduğu, büyüklerin makamlarının, makamların aslı olmayıp, nümûneleri olduğunu anlıyamaz. Bu makamda, kendini, hepsini toplamış ve onları kendinin parçaları sanarak, kendini daha yüksek görür. Bâyezîd-i Bistâmî bunun için, (Bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir) dedi. Aklı başında olmadığı için, bayrağının, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından değil, o bayrağın görüntüsünden daha yüksek olduğunu anlıyamadı. Kendi isminin hakîkatinde, o ismin görüntüsünü görmüştü. Yine bunun için, kalbinin çok geniş olduğunu bildirdi.”Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?Yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada!
Peki sekr halinde söylenen bu sözleri ne yapacağız.Nereye yerleştireceğiz. Nasıl mana vereceğiz?“ Sôfiyye-i aliyyenin islâmiyete uymıyan bazı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şü’ûrları örtülü olduğundan, özrlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması câiz değildir. Böyle sözlere, islâmiyete uyacak şekilde manâ vermek, kelimelerden anlaşılan manâyı bırakıp, meşhûr olmıyan manâlarını vererek, islâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünki âşıkların, muhabbet serhoşlarının sözleri, çeşidli manâlara gelir. Bu manâlar arasından, doğru ve onların büyüklüğüne yakışan manâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.”Bakınız . Şeyh Abdülkebîr-i Yemenî’nin “Hak teâlâ gaybı bilmez” sözüne karşılık İmam-ı Rabbani hazretleri cevap olarak ne yazıyor.“Efendim! Bu fakir, bu gibi sözleri dinlemeye dayanamıyorum. Elimde olmıyarak, Fârûkî damarım kabarıyor. Bunlardan, islâmiyete uygun bilgiler çıkarmaya vakit bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebîr-i Yemenî olsun, ister şeyh Ekber-i Şâmî olsun, hiçbirini duymak istemiyorum. Bize Muhammed-i Arabînin buyurduğu sözler lâzımdır. Muhyiddîn-i Arabînin ve Sadreddîn-i Konevînin ve Abdürrezzâk-ı Kâşînin sözleri lâzım değildir. [Çünkü, bu büyük Velîlerin bazı kelimeleri tevile muhtaçdır. Tevil, muhtelif mânalar içinden şeriate uygun olanı seçmektir. Bunu herkes yapamaz.] Bize (Nass) lâzımdır. (Fuss) [yâni Füsûs kitabı] lâzım değildir. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitabına bakmayız. Hak teâlâ, Kur’an-ı kerimde, gaybı bildiğini söyliyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğunu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir sözdür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamaktır. Gayb kelimesi, başka şeyi de göstermektedir demek, insanı bu alçaklıktan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslâmiyete uymıyan böyle sözlerle ne demek istediklerini keşke bilseydim. Hallâc-ı Mensûr (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhânî) dedi ise suçlu olmaktan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zaman, şü’ûrları, akılları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fakat, bunların sözleri, hâl bildirmiyor. Bir ilim, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin tevil edilmesini istemiştim) demeleri, onları suçlu olmaktan kurtarmaz. Böyle kelimelerin tevili makbûl değildir. Çünkü, yalnız sekr hâlinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, başka şey anlamaya çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şeyler anlamaya çalışılmaz. Böyle şeyler söyliyen kimse, eğer (Melâmet) yolunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak birşey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmaya yaklaşmaya ne lüzûm vardır? “
Benim bu gibi sözlere olan kızgınlığım Şeyh Muhyiddin-i Arabi ve O’nun yolunda giden büyükler sebebiyle değil onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller sebebiyledir.Ortalık aydınlanınca olur belli,herkesin geceyi, kimle geçirdiği!
Son olarak bu gibi hallerden kurtulup doğru yolda nasıl ilerleyeceğimizi yine büyükİmam anlatıyor bizlere.Dinleyelim…“Bu fakire de, böyle yanılmak çok oldu. Yanlış görüşlere çok yakalandım. Bu hâller çok zaman sürdü. Fakat, Allahü teâlâ korudu. Önceki inancım hiç sarsılmadı. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikatta hiç gevşeklik olmadı. Bunun için ve bütün nîmetleri için, Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun! Ehl-i sünnet îtikatına uymıyan görüşlere hiç kıymet vermedim. Bu îtikata uygun manâlar verdim. Hattâ, bunun yerine, tevbe, istigfâr ve Allahü teâlâya sığınarak, Ehl-i sünnet îtikatına uymıyan böyle keşflerin, görüşlerin hâsıl olmaması için yalvardım, düâ eyledim. Birgün, böyle yanlış keşfler için beni kıyâmette sorguya çekerlerse, azâb ederlerse diye çok korktum. Bu korku beni kapladı. Hiç rahatım kalmadı. Allahü teâlâya çok yalvardım. Bu sıkıntım çok zaman sürdü. Böyle bir zamanımda, bir Velînin kabri yanından geçiyordum. Bu üzüntümün çözülmesi için, o Velîden yardım diledim. O ânda, Allahü teâlânın lutfü, merhameti yetişti. İşin içyüzü, olduğu gibi açıklandı. Âlemlere rahmet olan, sonuncu yüce Peygamberin ruhaniyeti hazır oldu. Üzüntülü kalbi tesellî buyurdu. Anlaşıldı ki, Allahü teâlâya yakînlik, her bakımdan üstünlük ise de, sana hâsıl olan yakînlik, senin rabbin olan ism-i ilâhî mertebesinin zıllerinden bir zılle olan yakınlıktır. Bu yakınlık ise, her bakımdan üstünlüğü bildirmez. Bu makamın Âlem-i misâldeki görünüşünü açıkladılar ki, hiç şübhem kalmadı. Bütün kuruntular yok oldu. Böyle şübhelere yol açan ve iyi manâlar verilmesi lâzım olan, bu gibi bilgilerden birkaçını kitaplarımda ve mektûblarımda yazmıştım. Böyle bilgilerin yanlış olmasına yol açan yerleri, Allahü teâlâ lutf ederek bildirince, bunları da yazarak, yaymak istedim. Çünki, “YAYILMIŞ OLAN GÜNÂHIN TEVBESİNİ DE YAYMAK LÂZIMDIR!”. Böylece, herkes, bu bilgilerden, islâmiyete uymıyan fikrlere saplanmasın. Bunlara saplanarak, doğru yoldan sapmasınlar. Yâhud da, inat ile ve gösteriş olarak, bu fakire sapık, câhil demeğe kalkışmasınlar. Çünki, bu hiç bilinmiyen yolda, böyle güller çok açılmıştır. Birçoklarını doğru yola çekmiş, kimisini de yoldan kaydırmıştır. Yüksek babamdan işitmiştim ki, “Dalâlet çukuruna düşen, doğru yoldan ayrılan, yetmişiki fırkanın çoğu, tesavvuf yoluna girip, yolun sonuna varmadan, yanlış görüşlere aldanarak sapıtmışlardır” buyurmuştu.”
Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.
Vesselâm.
Bazı Tasavvufi Sözler
suphi | 31 August 2007 10:17
abdülkebir i yemeni alem alim ül gayb aşk batıl bayezid i bistami beyt cehalet din ehl i sünnet enel hak faruki damarım fırka i naciye füsüs fütuhat i medeniye fütuhat i mekkiyye hak hallac ı mensur imam ı rabbai iman islam kendinden geçmek kızgınlık küfür mektubat melamet muhyiddin i arabi musiki nağme namaz nass sarhoşluk sehv sekr şiir sima tasavvuf tevhid i vucud ulvî meseleler uncategorized vahdet i vucud vecde gelmek
yorumlar
pek güzel olmuş. teşekkürler.
şşşşşşş,suphi naptın olm,???ulvi ile süfli arasına giriliir mi?çık o berzahtan çarpılın ha…
ellerine sağlık @suphi, izahat güzel olmuş.vacibul vücüdcuları anlamak gerçekten zor bir iş.niyazi mısri de;
derken ne demek istedi kimbilir.?ben youtube’den şunların videolarını izliyorum.müslümanlıkla çok ilgili değil gibi ama yine de benim hoşuma gidiyor. bir de acaba içinde tek allah’a karşı imanı olan bu tür ritüellere sahip, biraz rayından çıkmış müminler için kurtuluşta olsa gerek.sonuçta,
değil mi?
Yazıyı hazırlama maksadımı yukarıda izah etmiştim.İnşaallah maksad hasıl olmuştur, olacaktır diyorum.Zülcenaheyn; ehli sünnet akidesine inanan kişiler ve diğer fırkalar Cenab-ı Hakk’ın vacibül vucud olduğuna inanırlar.Zira caizül vucud olsaydı bu alemi yaratmaya salih ve kadir olamazdı.Kasdettiğiniz vahdet-i vucud ise; biz vahdet-i vucudçu değiliz.Biz tevhid-i Vucuda inanırız.Ben ehli bidat’i ehli küfürden daha tehlikeli buluyorum.Ehli küfür İslam’ın çelik zırhı karşısında başarılı olamaz.Geçmişte olduğu gibi bugün de İslam’a en büyük zararı veren;müslüman olduğunu idda eden yarım yamalak bilgi sahibi zevattır.Biz zahire göre hüküm verdiğimiz için kendilerinden açık bir küfür hasıl olmadan bu kimselere kafir, gavur diyemiyoruz.bknz: Oryantalistler, vehhabilik, Bir İngiliz casusunun itirafları.Amellerin niyetlere göre olmasına gelince.Bu meselede de bir zaafiyet içerisindeyiz.Elimizdeki imkanlara rağmen en basit fıkıh bilgilerini bile öğrenmeden ibadet etmeye çalışıyoruz.Sonra da ameller niyetlere göre.Eyvallah da kardeşimçok mu zor namazın, abdetin, guslün farzlarını öğrenmek.Çok mu zor muhtasar bir ilmihal ve akaid kitabı okumak.İmamlar dahi kürsülerden anlatabilir bu meseleleri. Kaç müslüman tuvalet adabını biliyor.Bu yüzden kaç kişinin abdesti namazı heba oluyor.Sonra da “ameller niyetlerledir”. Tabi yine heba demek olmaz, Allah bilir, ama çok zor değil dediklerimi öğrenmek.Ameller niyetlerledir.Elbette bu hadisi şerif haktır.Ama bu hadis-i şerifi bir de “iyi niyet haramı helal yapmaz” hadis-i şerifi ile düşünmek lazım gelmez mi?
Paylaşımın için teşekkürler
Üstad bizi yanlis anlamis, belli ki” actigimiz konulari hic okumamis, okusaydi bu kanaate varmazdi ve bu yaziya da gerek kalmazdi, su üstte ki yazdigi makalenin altina tüm benligimle imzami atarim…Eger kendilerine zahmet olmazsa.. actigimiz konularin hangisinde, yada hangi cümlesinde bidat, küfür var aciklarsa seviniriz…Size sarf ettigim o söz dolayisi ile önce rabbimdan af, ve sizden de özür diliyorum…Üstad galiba kalbimizi yarip icine bakmis…Yazdigimiz yazilarda, hangi konu Ehli sünnet anlayisina tersdir bunu anlamak zordur…Ask ile ibadet yapilmalidir, Seytan’in elinden kurtulunuz, Islam’in 5 sarti Suurla, askla yapilmalidir. Fikih askla birlesirse yapilan taat, ve ibadetlerden zevk aliniri hic bir kopya yapmaksizin, tasavvufun 1. mertebesinden bir seyler anlatmaya calisdik…Bunlarin hangisi Ehli sünnet anlayisina ters ki” bizi hic olmadigimiz, adindan dahi Allah’a sigindigimiz bir takim ithamlarla suclarsiniz…Ya sizin yaptiginiz bu ithamlar hangi dine, hangi kitaba, hangi meshebe sigar..Sükürler olsun ne inancimizdan, ne de Peygamberlerin sonuncusu Hatem’ün nebi Resullullah (sav) efendimizin izinden bir milim sapmayiz saptirtmayiz…Yanlis anlasilmis olabiliriz, ama bizi bilmeden yargilamak, neyin yanlis oldugunu, hangi konuda yanlis yapildigini söylemeden, hatta actigimiz konularin okunmadan bilinmeden yargilanmamiz küfür ehli, bidat ehli olarak lanse edilmemiz dogrusu bizi derinden üzmüstür…Saygilar…
Doğrusu bu ya, dolu dolu bir yazı.Teşekkür ederim suphi@..
o sözü; “ben istediğimi yaparım kalbim temiz” şeklinde anlamak yanlış oluyor zaten.oysa ki; amellerde niyet şartıdır bence orada ki espri.yani her fiiliyatın altında olması gereken (temiz) niyettir.izahat için teşekkürler…
AHMED-İ ZERRÛKEvliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed olup, babasının ismi Ahmed’dir. Nisbetleri el-Bernesî el-Fâsî’dir. Zerrûk ismiyle meşhurdur. Künyesi Ebü’l-Fadl, lakabı Şihâbüddîn’dir. 1442 (H.846) senesinde Fas’da doğdu. 1493 (H.899)da Batı Trablus’un Tekrîn nâhiyesinde vefât etti. Doğmasından iki gün sonra annesi, beş gün sonra da babası vefât etti. Fıkıh ilminde âlim bir kadın olan ninesi, onu himâye edip büyüttü. On yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve terzilik sanatını öğrendi. On altı yaşında kırâat ilmini öğrendi. Bu hususta Ali Satî’den ve Abdullah Fahhâr’dan ders aldı. Bundan sonra da tasavvuf (ahlâk) ilmini öğrendi. Risâlet-ül-Kudsiyye ve Akâid-i Tûsî adlı eserleri Şeyh Abdürrahmân el-Meczûlî’den okudu. Yine bu hocasından Sahîh-i Buhârî’yi, Câmi-ut-Tirmizî’yi okuyup fıkıh ilmini öğrendi. Ayrıca zamânının meşhûr âlimlerinden pekçok zâtın sohbetinde bulundu.İlim öğrenmek için çok seyahat yaptı. Mısır’a gidip, Kâhire’de bir müddet ikâmet etti. Hacca gidip, bir süre de Medîne’de mücâvir olarak kaldı. Defâlarca hacca gitti. Çok kerâmeti görülen evliyâ ve âlim bir zât idi. Çok sayıda talebe yetiştirdi.Buyurdu ki: “Hakka kavuşmak için, yeryüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün olan her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Allahü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır.”Tasavvuf sarhoşluğu ile söylenen sözler hakkında bir soru sorulduğunda buyurdu ki: “Vecd ve hâl sâhipleri kendilerinden geçip şuurlarını kaybederlerse, sözlerinde ve işlerinde mazur olurlar. Fakat bu tasavvuf sarhoşluğu kendiliğinden olmayıp, akılları başlarında ise şuurları yerinde ise, mazur olmazlar ve günaha girerler. Şuursuz oldukları zaman, ibâdetleri kaçırmaları günah olmaz ise de, akılları başlarına gelince, kaçırdıkları ibâdetleri hemen kazâ etmeleri lâzımdır. Çünkü bu şuursuzluğa, akıllarının başlarından gitmesine kendileri sebeb olmuştur. Böyle tasavvuf sarhoşlarının, dîne uymayan sözlerine ve işlerine başkalarının uymaları câiz değildir. Kendileri günaha girmezlerse de bunlara uyanlar günaha girerler.”Bir sohbeti esnâsında ilimler hakkında şöyle buyurdu: “Akâid ilmi ile îmân bilgileri, fıkıh ilmi ile dînin emir ve yasakları öğrenilir. Tasavvuf ilmi ile ise, kalbi kötü düşüncelerden temizleyerek ihsan mertebesine kavuşulur. İhsân, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmektir. Îmân bilgileri öğrenildikten sonra, önce fıkıh bilgileri öğrenilir. Bununla iktifâ edip, mânevî hâllerden ve ilimlerden mahrum kalınmaz. Bunun için kalbi kötü düşüncelerden kurtaracak ve temizleyecek tasavvuf bilgileri öğrenilir. Fıkıh ile tasavvufun her ikisinden de pay almalıdır. İmâm-ı Mâlik “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar. Zındık olur. Fıkıh öğrenip, tasavvuftan haberi olmayan bid’at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakîkate varır.” buyurdu.Ahmed-i Zerrûk buyurdu ki:”Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir: 1) Az yemek, mîdeyi fazla doldurmamak, 2) Başa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak, 4) Devâmlı istiğfâr ve Resûlullah efendimize salat ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak.”Zamânımızdaki insanlar şu beş şeye tutulmuşlardır: 1) Cehâleti, ilme tercih etmek, 2) İşlerde kızmak, 3) Mânevî perdelerin hemen açılmasını istemek, 4) Bid’ati (dinde sonradan ortaya çıkan şeyleri), sünnet-i seniyyeye tercih etmek, 5) Nefsin arzu ve isteklerine göre hareket etmek.Pekçok eser yazmış olup, bir kısmı şunlardır: 1) Kavâid-üt-Tasavvuf, 2) İ’tinâ-ül-Fevâid, 3) Şerhu Muhtasar-ı Halîl; Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerine dâirdir. 4) Te’sîs-ül-Kavâid: Tasavvuf ile ilgilidir. 5) Şerhu Hızb-ül-Bahr-ul-Kebîr; Ebü’l-Hasan Şâzilî’nin Hızb-ül-Bahr adlı eserinin şerhidir. 6) Şerh-ul-Hakâik ved-Dekâik, 7- Şerhu Esmâ-ül-Hüsnâ, 8) Şerhu Merâsıd; tasavvufla ilgilidir. 9) En Nasîhat-ül-Kâfiye,10) İânet-ül-Müteveccihil-miskîn alâ Tarîk-il-Feth vet-Temkîn, 11- El-Kavâid fit-Tasavvuf, 12) Mush-ul-Enfâ’, 13) El-Cennetü lil-Mu’tasım, 14) Uddet-ül-Mürîd-üs-Sâdık. Ayrıca hadîs ilmine dâir bir eseri, şiirleri de vardır.YOLUMUZUN ESÂSI NEDİR?Ahmed-i Zerrûk; “Yolumuzun esâsı nedir?” diye soran birisine şöyle cevap verdi:”Yolumuzun esâsı beştir. 1) Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmak, haramlardan, yasak ettiklerinden sakınmak. 2) Söz ve hareketlerde Sünnet-i seniyyeye uymak, 3) İnsanlardan birşey beklememek, 4) Fakirlikte ve zenginlikte Allahü teâlânın takdirinden râzı ve hoşnud olmak, 5) Genişlikte ve darlıkta Allahü teâlâya yönelmek.Takvâ: Allahü teâlâya yönelmek ve doğruluk ile; Sünnet-i seniyyeye uymak, kendini muhâfaza etmek ve güzel ahlâk ile; insanlardan bir şey beklememek, sabır, tevekkül ile; Allahü teâlâdan gelene rızâ göstermek, kanâat ve tefviz (helâl şeyleri elde etmekte sebeplere yapışıp, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek) ile; Allahü teâlâya dönmek, genişlikte O’na hamd ve şükür etmek, darlıkta O’na sığınmak ile olur. Bunlara erişebilmek için de; 1. Yüksek gayret sâhibi olmak, 2. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak, kulluk vazîfelerini iyi yapmak lâzımdır.Sunu eklemek istiyorum: Tasavvuf ve Fikih, su ile una benzer, ancak ikisinin karisimi ile hamur olusur ve bezilere bölünür, sonra pisirilerek ekmek olur. Bunlardan biri eksik olunca ekmegi elde etmek nasil mümkün olmazsa, Fikih’siz Tasavvuf, Tasavvuf’suz fikihlada gercegi elde etmis olamayiz…Un suya muhtactir, Fikih’da Tasavvuf’a…Acmis oldugum konularda, nerede bir sapma vardir hala merak icindeyim…