Ağır-ağır yaşanan küflenmiş yok oluşların zamanı gelmiştir artık… Rodaj makinesine girmemiş keskin kenarlı aynaların seni yansıtması nasıl bir bekleyiştir bilir misin? Hayra yormalı mı bu bezgin utançları? Yoksa gölgeleri mi takip etmeli acımasızca? Avuçlarımdan akıp giden zemheri kalabalığa mı karışmalı? Kara kaplı tükenmişliklerin sayfasını açmamalı, onlara sararmış bir öfkeyle boyun eğmemeli! Yok oluşların zamanı gelmiştir artık… Hep derim kendime; “azar-azar akar içime bedbaht ama gururlu değişimler.” Yok oluşların, değişimlerin bir türlü “hasretini gideremediği sevgilim” olduğunu bilir misin? İşte bu süregelen aşk ve yok oluştur beni sararmış yıpranmış hayattan koparan. Derin sığlıkta boğulur mu aşk? Hazır aşk demişken! Tükenmişliklerin de bilindik olduğunu ama aşkın da, bir bildiğin olduğunun farkında mısın? Faili meçhullerin bezgin tapınağıdır yok oluşlar… Kırgın ve sürgün ruhumun acınası bir kalp atışıdır yok oluşlar… Boğazıma kadar dayanmış sefilliğin kaoslarıdır! İnadına hep, fellik-fellik ararsın suskunluğunun sana verdiği bakir haykırışları. Susarsın hep, her elini uzattığında utangaç kuyulara. Ses çıkarmamalı hafızası yitmiş kızıl duyguların verdiği bin bir renkte siyahlara… Yok oluşların zamanı gelmiştir artık… Saati geçmiştir kırpılmış vaatlerin. Ütopik zamanların her vuruşunda zihnimden yansır yok oluşlar… Değişmeyen tik tak seslerdir; seni sen, beni sensiz yapandır esasında. Kifayetsizdi tütün kokan bütün yalnızlıklar; buruşuk yüzlü kederlere aldanırken… Sen, beni peşkeş çektiğin sevgilinden 14 Şubat hediyesi beklerken. Ben klavye tuşlarınla oynaşırken… Biz yokken!