„Gösteri devam etmeli.“(Show must go on) sözünü çoğumuz duymuşuzdur, özellikle de filmlerde. Çok basit gibi gözükse de 20. Yüzyıldan itibaren dünyayı yönlendiren bu söz aslında. Önemli olan hayatların devamı değil, gösterinin devam etmesi ve her zaman bunu seyredecek insanların olması. Aslında ölümden daha güzel bir şov olamaz, çünkü insanların dikkatini çekiyor. Michael Jackson’ın ölümü örneğin. Son birkaç yıldır çoğumuz unutmuştuk onu, önemsemiyorduk. Herhangi bir şarkıcıydı çoğumuz için. Ölümüyle yaptığı sükseyi ölmeden önce yapmaya hazırlandığı konserlerde yapamazdı kuşkusuz.

Atları da Vururlar (They Shoot Horses, Don’t They) 1969 yapımı, Horace McCoy’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir film. Amerika’nın 1920li ve 30lu yıllarda yaşadığı Büyük Depresyon döneminde ortaya çıkan dans maratonlarını konu alıyor. Bunlar öyle maratonlar ki, dans pistinde tek bir çift kalana kadar dansa devam ediliyor. Günde 7 öğün yemek ve 2 saatte bir 10 dakika dinlenme molası veriliyor. Çiftler 24 saat boyunca dans ediyorlar, ta ki yorgun düşüp partnerlerden birinin iki dizi de yere değene kadar. Bu maratonlar aralıksız 1 aya kadar sürebiliyor. Vaat edilen ödül de 1500 dolar (evet, bu maratonlar gerçekten vardı Amerika’da, fakat 30lu yılların sonlarında yasaklandı.)

1925 yılındaki gerçek bir dans maratonundan... http://www.historylink.org/index.cfm?DisplayPage=output.cfm&file_id=5534
1925 yılındaki gerçek bir dans maratonundan… http://www.historylink.org/index.cfm?DisplayPage=output.cfm&file_id=5534

İnsanlar ekonomik kriz döneminde öylesine çaresiz ve açlar ki, sırf karınlarını doyurmak için bu maratonlara katılıyorlar. Fakat bu yarışmaları hazırlayanların tek amacı gösteri olduğu için, yarışmacıları istedikleri gibi kullanmakta hiç çekinmiyorlar. Hatta onların yorgun, neredeyse yere yığılacak ve bir daha hiç kalkamayacak gibi görünmeleri onların işine geliyor. Dansın yanında onlara koşu yaptırıyorlar, şarkı söyletiyorlar, kısacası seyircinin ilgisini çekebilecek ne varsa yapıyorlar. Güzel kıyafetleri, makyaj malzemelerini alıyorlar ki yarışmacı gerektiği kadar sefil gözüksün. Ne için? Kişi başı 750 dolar, fakat vergiler ve masraflar düşülünce pek de bir şey kalmıyor.

-Bir düşün. Sığırların durumu bizimkinden çok da kötü değil.-Hatta daha iyi. Mezbahaya semiz gitsinler diye karınları devamlı doyuruluyor.-Sonra eli balyozlu bir Doğu Avrupalının önüne geliyorlar ve güm!-Ama başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Bu yüzden bizden bir basamak üstte sayılırlar, değil mi?

Yarışmanın başlangıcından yana 1000 saat geçtiğinde, insanlar yarı ölü, zaten oraya neden geldiklerini de unutmuşlar. Fakat tribünler ağzına kadar dolu ve herkes tezahürat etmekte. Firmaların bazıları birkaç sent vaat ederek yarışmacıların sırtlarına reklam koymuşlar. Yarışmacıların bazıları ise yere yığılıp ölüyor. Ve hiç kimse durumdan şikayetçi değil.

Gloria ve Robert
Gloria ve Robert

Filmin baş kadın kahramanı Gloria sonunda bu sefilliğe dayanamıyor ve yarışmayı bırakıyor, partneri Robert da onunla geliyor, çaresiz ve geleceksizler. Gloria Robert’a onu öldürmesini söylüyor, ve Robert, duygusuz bir biçimde tetiği çekiyor. Olay yerinde yakalandığında, polis soruyor:

Bunu niye yaptın evlat?- O istedi.- Tek gerekçen bu muydu evlat?- Atları da vururlar, değil mi? (Burada hasta, ölmekte olan atları daha fazla acı çekmemeleri için vurduklarını kastediyor.)

Şimdi bize acımasız, vahşi gelen bu sahne aslında televizyonun, ve artık internetin, evlere girmesiyle çok daha meşrulaşmış durumda. Reality şovları, BBG evlerini, Fear Factor’leri, Ajdar’ı, ya da boks maçlarını düşünün. Bir insanın rezil olması, acı çekmesi seyircinin izlemesini sağlamıyor mu? O zaman şovun devam etmesi uğruna insanlar kurban edilebilir. Bu nasıl bir insan doğası ki türdeşlerinin acı çekmesinden zevk alabiliyor? Bunu anlayamıyorum işte. Dünya üzerinde kendi türünü acımadan öldürebilen ve bundan zevk alan tek tür biz olmalıyız herhalde. Belki kendimize olan nefretimiz öyle büyüktür ki, bunu ifade etme yolumuz budur.