Mel Columcille Gerard
Mel Columcille Gerard

Mel Columcille Gerard, 3 Ocak 1956’da Hutton ve Ann Gibson çiftinin onbir çocuğunun altıncısı olarak dünyaya gelmişti. Avustralya şivesini diline fazlasıyla yerleştirmiş olması, onun Avustralya asıllı olarak tanınmasına neden olmuştu, ama o aslında New York, Peekskill’de dünyaya gelmişti. Tren yolu işçisi olan babasının, yaralanması ve patlak veren Vietnam Savaşı, Gibson ailesinin yaşamlarını bambaşka bir kıtada sürdürmeye karar vermelerine neden olmuştu. Baba Gibson, büyük oğullarının Vietnam Savaşı’na katılmasını istemiyordu ve tek çıkar yol o ülkeden, hatta o kıtadan bir an önce kaçmaktı. Mel’in büyükannesi Amerika’ya yerleşmiş, Avustralyalı bir opera sanatçısıydı. Eski vatanlarına, Avustralya’ya gidebilirlerdi, neden olmasındı? Baba Gibson katıldığı bir yarışmadan kazandığı büyük ödülü, ailesine Avustralya’da yepyeni bir yaşam kurmak için harcamaya böylece karar verdi. Mel o sırada 12 yaşındaydı.

Eğitimini gazetecilikten, aşçılığa dek uzanan çok farklı dallarda sürdürmeyi düşünüyordu; kararsızdı kısacası. Ancak kız kardeşinin, New South Wales Üniversitesi, Dramatic Art Bölümü’ne başvurmasıyla birlikte, o da kararını vermiş oluyordu: Oyunculuğu deneyecekti.Oyuncu olmayı isteyen birine pek de uygun olmayan bir korkusu vardı Gibson’un. O, sahneden korkuyordu. Sahnelenen ilk oyununda, sahnede ayakta durmayı bir türlü başaramaması üzerine, rolünü oturarak canlandıran belki de ilk oyuncu olarak tarihe geçmiştir.

George Miller
George Miller

Henüz öğrenciyken başlamıştı oyunculuk kariyerine. Avustralya Theatre Company’e katılmış ve pek çok klasik oyunda rol almaya başlamıştı. İlk kamera deneyiminin adı, 1976 yapımı “Summer City”di. Ve bu filmdeki başarısı ile yönetmen George Miller’ın dikkatini çekmiş ve Mel’e filminin başrol oyunculuğunu önermişti. Mel Gibson adı yepyeni bir kulvarda, “Mad Max” olarak koşacak, tüm dünyaya yayılacaktı. Film Avustralya dışında da başarılı sayılırdı, ancak özellikle Avustralya sinema tarihinin en başarılı yapımlarından biriydi. Bunu aynı yıl başrolünü oynadığı “Tim” izlemişti. Bu da Mel Gibson için başarılı bir yapımdı ve Avustralya Film Enstitüsü tarafından kendisine En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verilmişti. Bu, onun ilk ödülüydü ama sonuncusu olmayacaktı. 1981 yapımı “The Road Warior”, “Mad Max”i sollayıp, Avustralya dışında da büyük bir başarı yakalamış ve Mel Gibson adını yıldızlaştırmıştı. Bizim tarihimizi de yakından ilgilendiren bir sonraki filmi “Gallipoli” ise, bu yıldızı çok daha yükseklere taşımayı başarmıştı. Ve yine Avustralya Film Enstitüsü tarafından, o yılın en iyi erkek oyuncusu seçilmişti.

Avustralya’da elde ettiği bu başarılar Mel Gibson’a yetmemişti. O, doğup büyüdüğü topraklarda da bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak, daha büyük başarılara imza atmak istiyordu ve bu düşünceyle soluğu sinemanın merkezi Hollywood’da aldı. Amerika’da objektiflerin karşısına geçtiği ilk yapım “The River”dı. Bunu art arda rol aldığı birkaç yapım izlemişti. Bunlardan biri Anthony Hopkins ile birlikte kamera karşısına geçtiği 1984 yapımı “Captain Bligh in Bounty”di. Ama sanki birşeyler eksikti Mel Gibson için. Sanki yer aldığı tam anlamıyla düşlediği, gerçekleştirmek istediği projeler değildi. Bu arada Avustralya’da tamamlaması gereken “Mad Max Beyond Thunderdome” projesi de kendisini bekliyordu. Bir önceki “Mad Max”den daha az şiddet sahnesi içeren, Tina Turner ile birlikte rol aldığı ve çok daha büyük gişe başarısı elde eden bir yapımdı bu.

Anthony Hopkins
Anthony Hopkins

Mel Gibson adı, iki yıl aradan sonra yeniden Hollywood yapımcıları arasında kulaktan kulağa dolaşır olmuştu. Çünkü o geri dönmüştü. Ayağının tozuyla rol aldığı ilk film olan 1987 yapımı “Lethal Weapon” ile, canlandırdığı en popüler karakterler den birini, Martin Riggs’i yaratmıştı. Ortağı ile birlikte katillerin peşinden koşan bir kahraman olan Martin Riggs’i, bir üçleme olan “Lethal Weapon”un tümünde dipdiri yaşatmayı başarmıştı. Bu üçleme, onu bir anda Amerika’da da yıldızlaştırmıştı.
Gibson, izleyiciyi şaşırtacak bir projeye karar vermiş, Franco Zeffirelli’nin “Hamlet”ine “Evet” demişti. Karamsar bir filmken, Gibson bunu bir prensin çok iyi bir portresi durumuna dönüştürmeyi başarmıştı. Bu yapım ayrıca kendisine Washington Folger Tiyatrosu’ndan, William Shakespeare Ödülü’nü kazandırmıştı. 1990 yapımı film, Mel Gibson’un kurduğu film şirketi “Icon Productions”un ilk yapımı olma özelliği de taşımaktadır. Yoluna 1992 yapımı, son derece duygusal bir yapım olan “Forever Young” ile devam eden Gibson, 1993 yapımı “The Man Without Face” ile bambaşka bir düzlemde sürdürmeye başlamıştı çalışmalarını: Yönetmenlik. Aynı zamanda başrol oyunculuğunu da üstlendiği bu yapımı, 1994 yılında bambaşka bir karakteri canlandırdığı ve yine kendi film şirketinden çıkan “Maverick” izlemekteydi. 1960’ların “Western” filmlerinden uyarlanan ve kurnaz, cesur, dolandırıcı bir karakteri canlandırdığı filmle yine büyük gişe başarısı yakalamaktaydı.

Franco Zeffirelli
Franco Zeffirelli

1995 yılı Mel Gibson için, elde edilen bambaşka başarılar demekti. Yeniden yönetmen koltuğuna dönen Gibson, aynı zamanda hem yapımcılığını üstlendiği, hem de başrolünü büyük bir başarı ile canlandırdığı bir yapım kazandırmaktaydı dünya sinemasına: “Braveheart”. Gibson’un daha önceki yapımlarından çok çok farklı ve çok daha büyük bir projeydi bu. Kostümlerinin İskoç eteklerinden oluştuğu, makyajlarda savaş sürecini simgeleyen mavi boyanın kullanıldığı, ellerde büyük kılıçların bulunduğu ve Gibson’un, İskoç halkını özgürlüğe kavuşturmak istediği için zulmedilen, 13’üncü yüzyılda yaşamış İskoç asilzade Sir William Wallace’ı canlandırdığı büyük bir proje. Gişe rekorları kıran ve tam on dalda Oscar Ödülü’ne aday gösterilen film beş dalda Oscar kazanmış, Gibson’a yalnızca En İyi Yönetmen Oscar Ödülü’nü getirmekle kalmamış, aynı zamanda En İyi Film Oscar Ödülü’nü de kazandırmıştı.Gibson, 1997 yılında “Ransom”ile yeniden kamera karşısına geçtikten sonra, Julia Roberts ile birlikte rol aldığı “Conspiracy Theory”nin ardından yeniden Martin Riggs olarak izleyici karşısına çıkmış ve “Lethal Weapons”un dördüncüsüyle beyaz perdedeki yerini almıştı.

2000 yılında iki farklı Gibson vardı sahnede: Birisi epik bir yapım olan “The Patriot” iken, diğeri çizgi dünyasının düşsel kahramanlarına sesini verdiği “Chicken Run”dı. Ardından Disney kahramanlarından “Pocahontas”da bir başka karaktere vermişti sesini. Elbette “The Simpsons”ın da bir bölümünde rol almıştı.
2002 yapımı “Signs”, “We Were Soldiers” ve 2003 yapımı “The Singing Detective”in öncesinde, 2000 yılında vizyona giren “Kadınlar Ne İster?” ile kadınların dünyasını keşfeden ve keşfedemeyenlere ipuçları veren biriydi. Ama aslında, o gizli bahçenin inceliklerini çoktan keşfetmiş olacak ki, son yirmi yılını eşi Robyn ve yedi çocukları ile birlikte çok mutlu bir biçimde paylaşmaktadır. Sanat yaşamındaki başarısını, özel yaşamındaki mutluluğuyla beslemeyi başaran Gibson, bu mutluluğu daha uzun yıllar beyaz perdeye yansıtacak gibi görünüyor.