Şavkar Altınel, Türk şiirinin detaylarından biridir, yaşadığı günlerde çok da ciddiye alınmayan bu şairin, 5-10 seneye kadar iyice unutulacağından eminim. Neden böyle olduğunu bilmiyorum, çünkü bundan 5-6 yıl önce Şavkar Altınel’in şiiriyle ilk karşılaştığımda, yakında keşfedilecek bir büyük şairin şiirleriyle karşı karşıya olduğum hissine kapılmıştım. Şair falan değilim, anlamam, Altınel’in bir “detay”olduğunu düşünenlerin neden öyle düşündüğünü. Ama onları kaale almam; kaale alınmamaları gerektiğini de düşünürüm. Kendi beğenilerini, kendi dünya görüşlerini “Doğrusu budur” diye dayatan borsa manipülatörlerine benzetiyorum onları. Konunun borsayla ilgisi şöyle, borsada, berbat durumdaki şirketleri “Bu şirket süper” diye gazlayıp, tahtaların efendisi olan bi takım tipler vardır, sağda solda çıkar isimleri. Batıda spekülatör (Gerçekten iyi durumdaki bir şirketi önceden fark eden kişi), Türkiye’de ise manipülatörler yön verir piyasalara. Para piyasalarına ve düşünce piyasalarına.

Diyorlar ki, “Şu kitap çok iyi”, “Şu kitap berbat”. Borsa manipülatörleri gibi, medyayı kullanarak yapıyorlar bunu; şan şöhret, iktidar, allah ne verdiyse bir şeyler kazanıyorlar diye tahmin ediyorum… Böyle gelmiş böyle gider, ilgilendirmiyor beni; ben sade bir okur olarak, Şavkar Altınel, hayatta ve sağken bi şeyler yazayım istiyorum.

Türk şiirinin son 10-20 yıllık hali, derin bir bunalımın, bir maneviyat krizinin ifadesidir. Dizeler genellikle depresiftir ama bu kadarla kalmaz sık sık ‘ağlak’a kaçar. Ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum. Yalan, çürümekte olar bir dünyanın, bir dekadansın şairleridir, son yılların isimleri. Böyle bir şey yok demiyorum, Türkiye gerçekten de çürüye çürüye geldi 2000’lere. Böyle başa böyle tarak hesabı, böyle ülkeye böyle şiir olayı yani. Ama bu, bu şiirlerin çoğunun depresif olma sınırlarını aşarak ‘ağlak’a, arabeske kaçtığı gerçeğini değiştirmiyor.

Şavkar Altınel’e buradan yatay geçiş yapabiliriz. “Ars Poetica” adlı şiirinde şöyle diyor O da:

“İşin içine cıvıklık girdi mi,” dedi

beni şaşırtan bir hırçınlıkla,

“Akdeniz duyarlığından dem vururlar.”

Altınel’in şiiri ise, belki de bu çürüyen ülkeden uzakta, İngiltere’de yaşadığı için, cıvık değil, eğlenceli ama depresiftir. Türkiye’de hiç kimsenin yazmadığı çok acaip konularda yazar şiirlerini. Bkz mesela:

ÖZEL DEDEKTİF

Tanrının belası sırılsıklam bir gece,

Karanlık çöreklenmiş yazıhanesine,

Başında şapkası, oturuyor masasında,

Tabancasını sokmuş koltuğunun altına,

Önünde yarılanmış bir viski şişesi,

Yüzünde bir bıçak izi gülümsemesi.

Derken bir ayak sesi dışarıdan,

Boş koridorda tokça yankılanan

Ve beliren ardında camlı kapının

Gölgesi soluk kesici bir kadının.

İçeri girdiğinde, sarışın, kızıl dudaklı,

Gözleri zehir yeşili ve ipek çorapları;

Elde değil pahalı kokusunu duymamak,

Altından sigarasını yaktığı çakmak

Söz ederken fısıldanmış bir tehditten,

Kayıp bir koca ya da çalınmış bir senetten;

Tam ne olduğu önemli değil, tek gerek

Önce “aynasızlara gitsene, tatlım” demek,

Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez, biliyor,

Arkasında asılı ceketini giyiyor,

Geçiriyor sırtına yağmurluğunu:

üstüne düşeni yapmak, tek kural bu,

Bütün eline geçen günde elli dolar

Ve bekliyor onu gene o hain sokaklar.

Pop konularda yazıyor olması, Altınel’in ne popüler bir insan olduğunu gösteriyor, ne de derin bir kültürden beslenmediği anlamına geliyor. Aksine, İngiliz şiiri üzerine edebiyat dergilerinde yayınlanan yazılarında ve İngiliz şiirinden çevirilerinden oluşan kitabında, bütün ağır kültüre derinlemesine bir şairi buluyoruz karşımızda.

Altınel’in depresif yanı ise, yalnız ve umutsuz, ideallere ve mucizelere inanmayan bir şiir yazmasından kaynaklanıyor. İşte en sevdiğim şiiri, “hayat güzel ama bomboş” tadında:

FLORANSA GARINDA KIZLAR

Uykusuz geceden sonra yorgun,

İstasyon lokantasında kahvemi yudumlarken

duyuyorum Amerikalı seslerini.

Kestane rengi saçlarının neredeyse

örttüğü yüzünü at kuyruklu arkadaşına çevirmiş,

dün gezdikleri müzeden söz ediyor biri,

kulaklarından mavi küpeler sarkan üçüncüleri

bir tren tarifesini karıştırırken;

hepsinin üstünde incecik elbiseler,

çorapsız ayaklarında sandallar,

hafifçe yükseliyor her soluk aldıklarında

küçük, diri göğüsleri.

Burada böylece durmalarını istiyorum,

sanki ellerinden bırakmamaları olanaklıymış gibi

sımsıkı sarılmalarını bu anına

ileride nasıl da uzakta kaldığına şaşacakları

“Avrupa’ya gittiğimiz yaz”ın.

Ama, sabırsızlığıyla gençliğin,

görerek ne duvarlara vuran güneşi,

ne bir köşede La Stampa’sına gömülü adamı,

ne ceketinin gümüş rengi düğmelerinden

biri kopuk garsonun sabırlı yüzünü,

kalkıyorlar çok geçmeden yerlerinden

ve çıkıyorlar dışarı gülüşerek,

yol almak için o “olgunluk yıllarına”,

ne bana bir şey getiren,

ne onlara bir şey getirecek.