Yılın dört mevsimi çalışan, 7/24 her an iş çıkabilir diye hazırda bekleyen ben, aslında tatil diye bir kavramın iş hayatımda yeri olmamasına rağmen, yaz kış demeden kısa-uzun hatta günübirlik şehir dışı gezmelerine bayılırım. Bu yıl gidecek bir yer bulamadım halen yaz için. Ama 2007′ de baştan başa dolaştığım Karadeniz tutkum başladı gene. Yazarsam yenerim bu duyguyu dedim ve klavyeye sarıldım. Gelintülü şelalesi mevzusunun açılmasından mı depreşmiştir bilinmez sanki birisi boynuma zincir vurmuş çekerek götürmek istiyor beni Karadenize. Havası ve yemekleri dokunmakla bünyeme kendimi zabtetmek zorunda kalıyorum zor da olsa.Ağustos ayı Karadeniz gezimizin başlangıç ayıydı. İlk durağımız Samsun oldu. Çok sıcaktı hava. Karadenizde güneş olmaz diyerek binlerce km uzakta bıraktığım evimde kalan güneş gözlüğüm olmadan kendimi çok savunmasız hissettim güneşe karşı. İlk olarak Bandırma maket gemisini gezdik. Sonra bir müze gezisi hemen yakınında geminin. Ardından parktaki anıt önünde fotoğraf çekip Fatsaya doğru yola çıkıyoruz. Karadeniz Fatsa’ dan sonra başlar derler. Gerçekten de Fatsa’dan sonra sözün gerçekliğini bizzat kanıtlamış oluyoruz. Fatsa’ ya giden yolda uzun saçlının yeri diye bir yer var dediler. Medyum Ketonun mu ne kardeşiymiş. Canı istediği zaman çok güzel karşılarmış müşterileri bazen de sopayla kovalarmış. Oraya gidemedik korkudan.Fatsada otele yerleşip bahçeye çıkıyoruz. Bahçeden karşı yamaca uzanan incecik ve mütemadiyen sallanan ip köprüden geçme gafletinde bulunuyorum. Hele de beni korkutmak için köprüyü sallayan hain arkadaşlarım yüreğimi ağzıma getiriyor ve başlıyorum pişmanlık ağıtları yakmaya köprünün tam orta yerinde kalmışken. Köprü macerasını bitirip otele dönünce Karadenizli bir çocuk geliyor yanımıza. Ne desek yanlış anlıyor ve adeta kavga ediyor bizimle. Halbuki kendisi gelmişti sohbet etmeye biz bahçede otururken.

Ertesi gün Ordu Boztepe’ ye çıkıp şehre panoromik bir bakış atıyoruz. Gökyüzüyle denizin sınırını seçemediğiniz , adeta birbirinin içine geçmiş mavilere sis ve koyu yeşil örtüde eşlik edince binlerce metre aşağıdaki şehri seyretmenin tadına doyum olmuyor.Giresunda bir kaç saatlik bir gezimiz oluyor. Fiskobirlikten fındık alıp hemen yakındaki lokantada Karadeniz pidesi yiyoruz. Bu pideye Çarşambada Çarpi, Bafrada Bafpi deniyormuş.

Giresun kıyı boyunca uzanan bir şehir ve görüntüsü boynuzu andırıyor bu nedenle boynuz anlamına gelen ‘keras’ deniyormuş vaktiyle buralara. Karadenizin tek adası da Giresun’ da bulunuyor.Bir sonraki durağımız ve 2 gün kaldığımız şehir Trabzon. Karadenizde en çok sevdiğim şehir. Uzungölde alıyoruz soluğu. Trabzon Çaykara ilçesinde bulunuyor bu göl. Dağların eteklerinden yukarı çıktıkça koyulaşan sis gizemli ve heybetli bir hava veriyor Uzungöle. Gölün hemen yanındaki caminin arkasından itibaren sis daha da yoğunlaşıyor ve görünmez bir ressamın elinden çıkan bu muhteşem tablo insanı adeta büyülüyor. Ağustosun başlarında bile buz gibi göl suyuna ayağınızı değdirir değdirmez bir dinçlik kaplıyor tüm hücrelerinize kadar bütün vücudunuzu.

Hafiften çiseleyen yağmur eşliğinde, gölün etrafında dolaşmak müthiş bir haz veriyor insana. Göl kenarından uzaklaşıp orman içine doğru kısa bir yürüyüşle küçük şelalelerle karşılaşabilirsiniz burada. Uzungölün kurufasulyesi çok meşhurmuş ve mutlaka yememiz önerildi. Yalnız miktarını iyi ayarlamazsanız midenizi rahatsız etmesi de yüksek olasılıkmış. Balık ile kurufasulyeyi bir arada ilk kez Uzungölde yemiş oldum. Uzungölden sonra yemekler mi dokundu bilmiyorum ciddi bir mide sorunu yaşadım.

Trabzonda bir başka ziyaret mahallimiz Atatürk köşkü. Bu köşke hayran kalmaktan kendimi alamadım. Ormanlık bir alanda yüksekçe bir tepede bulunuyor. Kocaman bir bahçesi var. Güller ve çiçeklerle kaplı. Tabiki çam ağaçları burayı da çepeçevre sarmış. 3 katlı bembeyaz bir köşk. İstanbul’ da boğaz kenarındaki yalıları anımsatıyor bembeyaz rengi. İçi de en az dışı kadar güzel ve modern. Zamanında bir Rum’ a ait olan bu köşk kamu malı haline getiriliyor ve Atatürk’ ün Trabzonu ziyareti esnasında burada kalıp köşkü çok beğenmesi sebebiyle Atatürk’ e hediye ediliyor köşk. Bu köşke geldiği zaman kullandığı çalışma odası, konuk odası ve yatak odasını gezmek çok etkileyici. Birçok odadan oluşan bu köşkte adeta tarih koklayıp tarih çekiyorsunuz içinize sindire sindire ve yavaş yavaş. Sanki bir rüzgar esip bir bir çeviriyor tarihin tozlu sayfalarını gözlerinizin önüne.Köşkün bahçesini çay bahçesi yapmışlar. Yorgunluğunuzu burada atıp, köşkün içinde üzerinize sinen tarih kokusunu sindirmek için bahçede oturup çay içerek köşkü seyretmek tarifsiz bir duygu. Atatürk Köşkü çıkışında sağ tarafta bir gümüşçü var. Telkari gümüş sanatının en ince işlerini görebileceğiniz bu gümüşçüde gerçekten harika takılar mevcut. Ama sanki dokunsan kırılıverecek havası veriyor. O kadar narin bir işçilik.Trabzonda ilk konaklama yerimiz Kayabaşı yaylası. Üşümediğiniz bir yayla. İnce bir hırka işinizi görür. Ama Zigana yaylasında kalacaksanız sıkı sıkı giyinmelisiniz. İkinci konaklama yerimiz olan Zigana yaylasından geriye gece kaloriferleri yakacaklarını söylemelerine rağmen yakmamaları ve gün boyunca çok üşümemden başka anım kalmadı.Yanılmıyorsam Kayabaşına giden yolda ya da Zigana yaylasına çıktığımız yolda olması lazım Hamsiköy diye bir köy var .Hamsiden geldiğini zannetmişken biz köyün ismini, meğer 5 köyü birleştirerek arapçada 5 demek olan hamseden türeye türeye Hamsiköy olmuş adı.Kayabaşı yaylasında kalınan evler çok konforlu. Her türlü ihtiyaç düşünülmüş. Çay seti ,fırın, bardak vs. varıncaya kadar. Tıpkı yayla gibi evlerde çok temiz. Çok özen gösteriyorlar temizliğe ve müşteri memnuniyetine. Buradaki görevliler hem bavullarınızı taşıyor hem siz girmeden yayla evini temizliyor hem de akşam restaurantta servis yapıp üstüne bir de kolbastı ziyafeti sunuyorlar. Özellikle erkek personelin bu çok yönlü çalışması takdire şayan. Kayabaşı yaylasına yolunuz düşerse yayla restaurantında laz böreği denilen tatlıyı yemeden dönmeyin derim.Kayabaşı yaylasında kaldığımız gecenin sabahında erkenden kalkıyoruz. Mis gibi orman havasını ciğerlerimize çekip biraz ileride orman içindeki kır kahvesine doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Soba yanıyor içeride ağustos ayında. Çay geliyor önümüze hemen. Ama alışkın olduğum çaylardan değil. Çay taneleri bardağın yüzeyinde geziyor balık misali. Tadını da sevmiyorum. Her gittiğimiz yerde getirilen bu balıklı çay hiç tarzım değil. Ağız tadıyla bir çay içemedim 1 hafta boyunca. Sorduk bu nasıl çay böyle diye. Usulü böyle dediler. Çay demlemeyi bilmiyorlar kanaatimce )) Rize’ de gittiğimiz çay fabrikasında iyi çayın demlenme sırrını da verdiler ama. Çaya kaynamış suyu dökerken yani demlerken tek bir noktadan dökmek gerekiyormuş suyu. Demliğin içinde dolandırmadan. Bizim buraların çayına uymuyor işte ben sevmedim Karadeniz usulü çay.Trabzonun meşhur Akçaabat köftesini dünyaca ünlü olduğu söylenen Nihat Usta’ nın lokantasında yiyoruz. Yazının bu bölümünden sonra yemeklere ilişkin pek yorum yapamıyorum. Zira havası ve yemekleri dokunmuş olmalı ki bir noktadan sonra sadece doğayla ilgilenip yemekleri tadamaz hale geldim.

Ve Sümela. Sırrı çözülemeyen bir manastır. O kadar yükseğe böyle muazzam büyüklükte bir manastırı o günkü şartlarla nasıl yaptıklarını anlamak ne mümkün.Aşağıdan minibüslerle belirli bir noktaya kadar çıkıyorsunuz Sümela’ ya ulaşmak için. Minibüsün bıraktığı yerden itibaren, yanılmıyorsam 450 m, tabana kuvvet yüzlerce yıllık ağaç kökleriyle kaplı yarı kaygan bir merdivenden yukarı tırmanıyorsunuz. Basamak sayısını da söylemişlerdi ama aklımda kalmamış. Minibüse hiç binmeden ta aşağıdan patika yoldan orman manzarası seyreyleye eyleye çıkmak isterseniz Sümela’ ya, 1000 m daha ilave etmek gerekiyor yürüyeceğiniz mesafeye. Muhteşem bir manzara eşliğinde harika bir deneyim olabilirdi ama 450 m yetti bana.Manastırın çoğu bölümü kapalı tutuluyor. Restorasyon falan var. Kısıtlı bir bölümde geziyorsunuz. Figürler, resimler ve çile odaları. Daracık banyo büyüklüğünde karanlık bir hücre bu çile odaları.Manastırdan indikten sonra aşağıda Coşan Dere’ nin yanında soluklanıp, nehirle birlikte tarihe akabilirsiniz.

Trabzon’ un ünlü Ayasofya kilisesini de geziyoruz. Küçük bir kilise bu. Tek bir bölümden oluşuyor. Figür, resim, yazı üçlüsünün oluşturduğu klasik bir kilise. Mücevherin değerini sarraf anlar ben anlamam kilise motiflerinden.Bahçesinde ve çevredeki hediyelik eşyacılarda dolaştım zaten daha çok. Bahçe deniz manzaralı. Aşağıda yolun bittiği yerden deniz başlıyor .Yüksek bir yerden bakıyorsunuz şehrin burdan görünen kısmına ve denize.Karadenizi Sinop’tan Artvine kadar gezip kalbimi Trabzon’ da bıraktım desem yeridir. Bu şehrin ayrı bir yeri oldu bende ve en az bir Karadenizli kadar özlüyorum kilometrelerce uzağındayken bu şehri.Yeşille kaplı olmayan toprak görmek neredeyse imkansız buralarda. Bir sonraki durak Rize. Rize’ ye gitmişken Fırtına Deresi’ ni görmemek olmazdı. Deli deli akan bu derenin hemen kenarına konuşlanmış, belki de yöredeki tek kadın işletmeci olan ismini şu an hatırlayamadığım, belki de hiç sormadığım bayan, bizi gayet nazik karşılıyor. Küçük bir çocuğun çaldığı tulum eşliğinde oynadıkları horona, bizi de davet ediyorlar. Zannediyorum güçlü nefes gerektiriyor bu tulum denen deriyi çalmak. Çok kötü koktuğu da duyumlarım arasında. Uzungölde mideyi bozmuş olduğumdan Fırtına Deresi kenarındaki bu restaurantta nane limon içmekle yetinmek zorunda kalıyorum. Ama manzara harikaydı. Biz yukarıda dereyi seyrederken ve ağustosta hırkayla otururken aşağıda çocuklar derenin keyfini çıkarıyordu. Onlar yüzerken ben üşüdüm onlar yerine.

Fırtına Deresinden Çayeli’ye gidiş yolunda mola verip Osmanlı döneminden kalma Kale köprüsünde foto çekiyoruz. Bu köprülerden buralarda çok sayıda var. 5-10 yıl öncesinde yapılan köprüler yıkık dökük dururken, bu köprüler çağlara meydan okurcasına ayakta durmaya adeta direniyor. Çamlıhemşinden geçerken aldığım bir duyum Cumhuriyet tarihinden beri burada hiç bir suç işlenmediği. Çok inanasım gelmedi ama Çamlıhemşinli de bulamadım teyit veya tekzip ettirecek. Hafifte varsa Çamlıhemşinli duruma açıklık getirmesini rica ediyorum.

Rize’ ye gidip Ayder yaylasına gitmemek ayıp olurdu. Bu yayladaki konaklama yerleri çok tavsiye edilmedi bize. Çayeli’ de konakladık.Ayder’ de yoğun bir trafik var. Çok kalabalık. Dönüşte yarım saat bekledik. Adeta ziyaretçi akını var yaylaya. Harika bir yer. Dünyaca ünlü Anzer balı burada yapılıyor. Bu balı alabilmek için 1 yıl öncesinden sipariş vermek gerekiyor. Kilosu binlerce dolarla ifade ediliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Bal petekleri ayıların ulaşamaması için çam ağaçlarının en tepesine konuluyor. Çok zahmetli bir iş.Gezimiz boyunca heyelanla karşılaşmamak büyük bir şans oluyor bizim için. Yağmur ise Ayder dönüşü başlıyor yolda. Otele gelinceye dek coşkuyla yağıyor. Bir de Uzungölü dolaşırken çiseleyen yağmur dışında yağmur engeline de takılmamak ziyadesiyle mutlu ediyor bizi.En son Artvin Hopa’ ya gidip denize nazır, balıklı çayı yudumladıktan sonra Sarp sınır kapısına dayanıyoruz. Karşı kıyıda yüzen Gürcülere el sallayıp dönüş yolculuğuna başlıyoruz.Karadeniz gezisi düşünenlerin önce Batı Karadenizi ( Bolu – Safranbolu – Bartın – Kastamonu-Sinop) bitirip Doğu’ ya sonra geçmeleri daha isabetli olur bence. Zira burnunuzun ucundaki Batı Karadenizi bırakıp ben gibi Doğu Karadenizden başlarsanız geziye, Batı Karadenizi Karadeniz olarak saymıyorsunuz. Doğudaki sislerin de eşlik ettiği o yoğun ve koskoyu yeşili ve gürül gürül çağlayan dereleri , şelaleri bulmak Batı da olanaksız.Kastamonu da Ilgaz soğuk. Kalın giysi almak lazım. Taşköprünün sarmısağı ünlü. Kokusu çok keskindi. Meydandaki Şerife Bacı anıtı ile adını unuttuğum camiyi geziyorsunuz.

Sinop Samsun gibi sıcak bir şehir. Sinop cezaevi , Sinop kalesi ve Hamsilos koyu gezilebilecek yerler.Bartın da İncekum olması lazım ünlü bir sahili var.Amasra meşhur bir yer ama tekne turundan başka yapacak bişi yok burda. Ağlayan ağaç isimli ağacı görmek adına çıkacağınız yokuş gerçekten ananızı ağlatıyor. Ağacın hikayesini bilmiyorum ama ağaç işte. Çıkmışken manzara seyredin bari çıkarsanız. Tepeden güzel manzara. Bir de kale vardı galiba.

Boluyu anlatmaya gerek yok ama Yedigöllerin Abanttan çok daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Bir de geyik üretme çiftliği vardı ama zaman kalmadı ben gidemedim oraya. Yedigöllere girişte bu çiftlik. Yedigöllere giden yol çok bozuk ve fena sallıyor yol. Biraz da uzun sürüyor kötü yol olunca ama değer. Büyükgöl , Küçükgöl ,Sazlıgöl , Nazlıgöl , Deringöl, Seringöl ve Kurugöl adlı 7 göl var burda birbirine yakın. İkisi hemen girişte. Geyik üretme çiftliğinin yanında. Onu es geçiyorsunuz. Küçük göller bunlar, biri de kuru zaten. Ama diğer göller çok güzel. Özellikle derin gölü çok sevdim ben .Bir de burada orman içinde yürüyünce şelale var. O da çok güzel.

Gölcük isimli suni göl de fena değildir. Göl kenarındaki Orman köşkü bir harikadır.E gezmiş kadar oldum beni bir süre idare eder bu.nacak