Öğrencilik yıllarını İstanbul’da geçirenler bilirler, hatırlarlar… Neredeyse her sene İstanbul’un tarihi mekanlarına, yapılarına bir gezi düzenlenir. Küçük yaşlarda gülmek, eğlenmek içindir toplu geziler öğrenciler için; lisede ise okuldan kaçmanın bir numaralı yolu!Yaş kemale ermedi henüz ama, öğrenme amaçlı gezeyim-göreyim’in zamanının çoktan geçtiğini düşündüğüm zamanlardan birinde, bir dostum elimden tutup götürdü, gösterdi; biliyorum zannedip aslında hakkında hiçbir şey bilmediğim yerleri. Açıklıkla söylüyorum, gözlerim faltaşı, ağzım sonuna dek açık, zamanında taş işte, yapı işte deyip geçtiğim her yeri didik didik incelemekle meşgul oluverdim birden… Her gördüğüme doymaya çalıştım… Japon turistlerin şaşkın şaşkın fotoğraf çekmeleriyle dalga geçenleri ayıplar oldum, onlardan oldum…“Burayı biliyor musun?” dedi bir gün, ben “yoo” dedim. Tuttu kolumdan, hızla yürümeye ve hevesle anlatmaya başladı. Fakat ben onu dinleyememeye başlamıştım bile… Benim yıllardır hayal meyal gözlerimin önüne gelen, ama bir türlü gözlerimden buğusunu silemediğim, perdesini aralayamadığım görüntü, şimdi tam karşımda duruyordu. Belki seyrettiğim bir filmden kareydi ama ben yıllardır o görüntünün, benim eski yaşantıma dair olduğuna inanıyordum. Şimdi kalbim dolu dolu “işte burası” diyordu… Genlerimizden gelen bir yaşam karesi belki. Dedelerimiz görmüş, biz de bizim eski yaşamımız diye yıllarca zihnimizdeki görüntüyü anlamlandırmaya çalışmışız.Burada, Ayasofya Müzesi ile Topkapı Sarayı’nın arasında kendisini sadece güzelliğinin değerini bileceklere saklamak istercesine nazlı, yine de güzelliğinin namı dillere destan bir genç kız varmış! Arnavut kaldırımlar bu kızın nostaljik tarzını yansıtan işlemeli şalı sanki. Sıra sıra ahşap evler ise ay yüzünün aydınlığı… Soğukçeşme Sokağı, benim için artık güzelliğin adı…Bir kolunu Gülhane Parkı’nın kapısına uzatmış, diğer koluyla da III. Ahmet Çeşmesi’ne, Topkapı Sarayı’nın kapısına uzanmış… Belli ki beklemiş yılların yıprattığı kıyafetlerinin yenileneceği günü. Yenileri alınmasın, yenilensin evleri diye… Yoksa nasıl kendisi gibi samimi karşılar ki gelenleri?Öğrendim ki yüzyılların ardından, 1986 yılında Çelik Gülersoy, bu incili kıza dokunmuş… Günümüz malzemesiyle, yeniden yanaklarını al al etmiş… Ama değiştirmemiş ifadesinden hiçbir şey… Soğukçeşme’nin 9 incisi, 9 pansiyona dönüşmüş… Her biri en az 5, en çok 10 odalı evlerin içindeki odalar, farklı renklerin ışıltısıyla donatılmış; Sarı Oda, Pembe Oda, Mavi Oda, Yeşil Oda… Aynaları, ponpon saçaklı koltukları, kadife perdeleri, konsolları ile sıcacık… Tarihteki İstanbul evlerinin Batı etkisinde mobilyaya kavuştuğu 19. yüzyıl üslubunun seyrinde bir zaman yolculuğu…Masalsı havasından ve samimiyetinden yitirmemiş bu sokak… Kendisini ziyarete gelen, yatılı misafirlerine de eski birer dost gibi davranırmış… Misafirlere tek anahtar verilirmiş. Hem dış kapı için, hem de kendi odası için. Kendi evindeymişçecine… Huzur içinde, çayını yudumlarken, araç trafiğine kapalı olan bu sokakta, en az bir asır öncesinde yaşıyormuş gibi hissetmemek mümkün mü? Özellikle konuğunu renkleri ve kokularıyla ayırt edilebilir kimlikleriyle karşılayan bu evlerde… Pansiyon demeye dilim varmıyor bu yapılara; Yaseminli Ev, Hanımelili Ev, Güllü Konak, Mor Salkımlı Ev iken üstelik adları… Bir de üzerine pencerelerden baktığınızda ihtişamıyla nefesiniz kesen tam bir tablo misali Ayasofya’yı görünce heyecan kelimesine eklenmesi gereken sözcüklerden başka tasvirler arıyor zihin; bulamıyor…300 yıl, koskoca bir imparatorluğun karakteriyle, ağırlığıyla çökmüyor üstümüze ama tanıştırıyor bizi bazılarımızın pek de bilmediği tarihimizle… İmparatorluğun karakteri karşınıza güçlü ama zarif, rahatlatıcı ve düşündürücü biçimde çıkıyor. Araştırma isteğini körüklemesi de cabası… Araştırdıkça zamanın içinde salınıyor insan… Ne tam geriye gidiyor insan, ne şimdiki zamanda kalabiliyor…İlk yerleşimin 1700’lü yıllara dayandığının kanıtı; şimdi kitaplık olmuş olan binanın 1872 tarihli tapu kaydı… Sokağa adını veren çeşmenin yapılış tarihi ise 1800… Aradaki kopuk dönemden sonra, bir bilgi daha var. 1940’lı yıllarda, saray geleneğinden gelenlerin ikamet ettiği Soğukçeşme Sokağı’na yeni insanlar yerleşmiş. Çoğunluğu yoksul olan bu insanlar, konakları oda oda bölerek yaşamışlar. Haliyle aklımızda başından beri oturttuğumuz o doku bozulmuş. Özellikle de şaşaalı günlerden ‘tarih’ olarak bahsetmemize sebep olmuş. Yaşadıkları saymakla bitmez haliyle, bilebildiklerimizle yoğurduklarımız bunlar… Bir anısı, bir ünlüsü de var Soğukçeşme’nin… 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk… Bu sokaktaki bir evde doğmuş ve çocukluk yıllarını geçirmiş burada Korutürk… Belki o da olmasa daha az adı geçerdi bu sokağın dilde, en azından bir satır daha az bilirdik…Sokakta, Roma döneminden kalma çevredeki büyük su depolarıyla bir zincir oluşturan sarnıçla kütüphane arasında bir resepsiyon ofisi de var. Ve kütüphanenin de kendisine özel bir hikayesi… Sarnıç Restoran’ın içi, epeyce değiştirilerek bugünkü haline getirilmiş. Bu kadar birikimin doldurup taşırdığı Soğukçeşme, turistlerin kültürümüze dair çokça beslendikleri bir kaynak… Aynı zamanda bir cevher sinemacılar için… Hem yenilenmiş, hem korunmuş dokusu ile sinema için de, belgesel için de dolu dolu…Bu kadarla kalır mı Soğukçeşme? Bir de İstanbul’un tek ‘İstanbul Kitaplığı’ olma şerefine nail bir yerimiz daha var… İstanbul Kitaplığı’nın 1990’da açılmış olduğu söyleniyor bazı kaynaklarda ama binanın üzerinde evlerin restore edildiği 1986 yılı bulunuyor. İstanbul’a ilişkin yazılı ve görsel malzemeleri buraya ve bir araya getirmek için Çelik Gülersoy Vakfı tarafından açılmış.Sanırım Gülersoy’un geriye dönüp bakınca en çok gurur duyduğu çalışması İstanbul Kitaplığı’dır. Çelik Gülersoy, “Dünya tarihi İstanbul tarihi bilmeden yazılmaz” dermiş. “İsterim ki”, “bu kütüphane de bu bilinci kazanacak kuşakların yetişmesinde bir nebze yararlı olsun”…İstanbul’un çeşitli dönemlerine ve eser türlerine göre toplam 13 ana başlıktan oluşan bir arşivi var kitaplığın. İstanbul aşığı Çelik Gülersoy’un bağışladığı koleksiyon, bu türlerin ve kitaplığın temelini oluşturuyor. 15 yaşından beri biriktirdiği, 50 yıl boyunca dünyanın her yerinden toplayıp oluşturduğu koleksiyon… Daha sonra vakıf tarafından daha da zenginleştirilen bu koleksiyonda gravürler, kartpostallar eski ve yeni eserlerin süsleri sanki… Toplam 10 binden fazla eser!Hafta içi her gün 10.00-16.30 saatleri arasında açık olan kitaplıkta aradığınız eserlerin yanı sıra bulmayı tahmin bile edemeyeceğiniz bir sürü yapıt var. Örneğin, 1700’li yıllar sonunda İstanbul’daki elçisinin yazdığı “Osmanlı İmparatorluğu’nun Genel Tablosu” adını taşıyan üç ciltlik, Fransızca Osmanlı tarihi eseri ve Fransız elçisinin, 1550’de yazdığı üç büyük ciltten oluşan ve gravürleri ile dikkat çeken İstanbul’un askeri kalelerinin anlatıldığı eser var… Yani ‘okunmazsa olmaz’larla dolu kütüphane, ‘görülmezse olmaz’ olan sokağın değerli parçası…Sokağın Gülhane’nin kapısına bakan kısmı geçmiş zamanlarda takılı kalsa da, adımlar arttıkça, sokağın rengi açılıyor resmen. Daha ‘bugün’e doğru yürüyor insan. Bir kanatta rengarenk laleler, bir tarafta ağaçlar, bir de ahşaptan kuş yuvası…Belli ki yalnızca turistler değil, biz de akıllanmışız biraz. Sokak kalabalık; gezen, gören… Çoğunluğu turist olan bu kalabalık ve kesintisiz grup, sağa, sola, aşağıya, yukarıya, çapraza, her yere bakmakta. Bakılmayacak gibi değil ki… Bir turist aile bahsettiğim tek anahtarla pansiyonun kapısını açmaya çalışıyor. Herkeste fotoğraf makinesi… Bazen öyle oluyor ki, kim turist, kim Türk belli olmuyor… Belki şaşılacak derecede ince işlenmiş altın varaklar yok burada ama evlerin giriş kapılarının önündüki kocaman, kenarları pirinç lambalar ayrı bir keyif… Zaten altın varak görmek isteyenler için buranın çevresi yeterince müsait… Çeşmeler, saraylar…Sanki insanın ruhunu dinlendirmesi için özel olarak inşa edilmiş… Bırakın birkaç saatliğine ruhunuzu buraya, siz dolaşın biraz, dönüşte arınmış biçimde geri alırsınız… Bir de 1940’lı yıllarda burada yoksulluk içinde yaşadığı söylenen insanlara sormak lazım elbet… Şimdi bizim gördüğümüzü, yaşanır zannettiğimizi onlar nasıl yaşadılar…Bu sokağın neresi başı, neresi sonu bilmiyorum. Topkapı Sarayı girişi kısmı çok daha düzenli ama sanki orası yeni. Gülhane’nin yanından girmek lazım belki. Geçmişten geleceğe hissi veren orası çünkü. Diğer girişte -çıkışta- mermerin üzerine yazılmış bir ‘Soğukçeşme Sokağı’… Sokağın içinde, içinde bitkiler türemiş çeşmeler de var… Yeni boyalı ahşap evlerin sırtlarını dayadıkları sarayın duvarları ile tezatı ise apayrı bir keyif. Gözleriniz zenginleşiyor, beyniniz…Gördüğünüz her noktada biraz daha durmak istiyorsunuz, biraz daha ağırlaşıyor bacaklarınız. Yıllara, tarihe, güzelliğe açlığınız yükseliyor içinizden. Soğukçeşme, betonların arasında nefes alamadığımızı hatırlatıyor ama kendisinin güzelliğini de korumak istercesine sanki “gez ve kendi zamanına geri dön” diyor; “kal” dediği kadar…