bildirgec.org

Follow the Fleet (1936)

queennothing | 27 June 2011 22:00

1901 senesinde Amerika’da dünyaya gelen yönetmen Mark Sandrich, çektiği müzikal komedilerle 30’lu ve 40’lı yılların en önemli sinemacıları arasına girdi. 1945 senesinde yaşamını yitiren Sandrich’in yönetmenliğini yaptığı sinema filmi “Follow the Fleet“, 1936 senesinde gösterime girdi. Hubert Osborne’nin oyunundan uyarlanan filmde dansı ile Hollywood’un unutulmazları arasına giren aktör Fred Astaire, 1995 senesinde yaşamını yitiren Oscar Ödüllü aktris Ginger Rogers, 1987 senesinde yaşamını yitiren aktör Randolph Scott, Amerikan aktris Harriet Hilliard, aktris Betty Grable, Lucille Ball rol alıyor. 1 Milyon Dolar’dan az bir bütçeyle çekilen filmin orjinal süresi 110 dakikadır.

serüven..

morfik | 27 June 2011 16:30

Ben de insan olarak doğdum. Çok geçmeden demasoni oldum. Oldukça meraklıydım. Merakımı, iki ya da üç yıl masa olmam törpüledi. Yeterince durdum.
Bir sabah, alpaka ile antilop arası bir yaratığa dönüşüvermiştim. Durmaktan nefret ettiğimden mi bilmem, çok koştum o dönem. Hep yetişmek istiyordum. Koşmaktan zayıf düşmüştüm. Yetişemeyeceğimi anlamamda cabası idi.
Böylece felsefenin birinde yalnızca bir terimden ibaret olmaya başlamıştım. Mikrokozmos. Beni oradan güçlü kuvvetli bir kadın aldı. Düşüncelerinde yer verdi. Öyle kalabalıktı ki denizde su damlaları seyrek diye anılmalı. Bu nedenle her an çarpıyordunuz, ya da size çarpıyorlardı. Neyse ki, bir vakit birine beynini açtı. Ve hepimizi salıverdi.
Kanatlarım olmasına sevinmiştim. Kuş olup olmadığımı anlamadan vuruldum. Ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum. Dolayısı ile nasıl elma olduğumu da bilmiyorum. Ama, en uzun elma olarak geçirdim. Olgunlaştım. Olgunlaştım ve yendim.
Elmadan yeniden insana dönüşeceğimi ve öylece bu serüvenin biteceğine emindim. Yanılmışım. Hiç beklemediğim bir şey oldu. elmayı alıp koparan adamın elleri oldum.
Anlık değişimlere uğruyor ve yeniden ellerine dönüşüyorum. Az önce bir şiirdim, uykuları da böyle çalındı. Böyle söylendi. Ve yine elleri oluverdim.

Einstein ile Aşk

Humeyra8 | 27 June 2011 14:38

Başım döndü, ölemeyecek kadar diriyim. Artık tabuta koyup gömersiniz varlığımı. Savaş ilan etmiyorum kendi kıyılarımdan başka, hepinizi ölü kabul etmişken yok başka çare. Adıma söyleyemediklerim değil, adıma söylediklerim bile aynı ritmin nakaratsız yanı.

“Şerefe” dedi, kahvesini yudumlamasına rağmen, şaşkınlığımı fark edince “Ayıklığım benim en sadık sarhoşluğum” diyerek göz kırptı, “pekiyi” dercesine. Başımı sağa doğru hafifçe eğdim. Hem nereden çıkarmıştı onu umursadığımı, onun sarhoş düşlerini merak etmiyordum ki!

terli-k

morfik | 27 June 2011 13:12

Yüzümü avuçlarımın arasına almaktan vazgeçiyorum. Başlangıçlara tanıklık etmiyor. Sadece yüzümü avuçlarımın arasına almıyorum.
Ellerim bacaklarımın yanında kıpırtısız duruyor. Yığın halinde duruyorum yatağın üzerinde. Soluk alıyorum. derin ve uzun soluyorum.
Bu hal, hal değil. Kalkıp yüzümü yıkadığımı düşünüyorum. Kalkıp yüzümü yıkıyorum ve yeniden yığın halime dönüyorum.

En büyük günahların sebebi aşk ve yalnızlık değil mi?

gokyuzuX | 27 June 2011 11:57

İnsanoğlu’nun içinde her türlü kişiliğin olduğu bir gerçek. Saf, kurnaz, zalim, bencil…
Bence kişilik, insanın kim olmak istediği ile ilgili veya hayatta ki duruşunun nasıl olması gerektiğine karar vermesiyle zamanla gelişen bir olgu. Değer yargılarımız, vicdanımız kişiliğimizin oluşmasında belirleyici iki önemli unsur.Geçenlerde izlediğim bir filmde 1560-1614 yılları arasında yaşamış olan Macar Kontesi Elizabeth Bathory’nin hayatı anlatılmaktaydı. 14 yaşında nüfuslu bir Lord’la evlenen Elizabeth, kendisinden oldukça genç olan Istvan’a aşık olur. Ve bu gençle tutku dolu bir aşk yaşamaya başlar. Ama mutlulukları kısa sürer. Istvan’ın babası, oğlunu bu kadından ayırmak için planlar yapar. Elizabeth’e göre Istvan ona duyduğu aşktan vazgeçmiştir. Bu acı, Kontes’in hayatını önemli bir şekilde etkiler. Mutluluğu bir anda bulmuş ve kaybetmiştir. 40 yaşında olan Elizabeth, yaşlandığını düşündüğü için güzelliğini kaybetme korkusuyla birçok genç kızın hayatına kıymıştır. Bir gün hizmetkarı olan genç bir kız, onun saçlarını tararken canını acıtmasından dolayı kıza öyle bir tokat atmıştır ki, genç kızın yüzünden düşen bir damla kan Kontes’in ellerine düşmüştür. Bu olaydan sonra kanın, kendisini gençleştirdiğine dair takıntılı bir düşünce beynine yerleşmiştir. Evliliğinde aradığı sevgiyi bulamayan ve aşığı tarafından terk edilen Kontes, yaşadığı bu hayal kırıklığı sonunda daha zalim biri olmaya başlamıştır. Gittikçe akılı sağlığını kaybeder. Gençlik ve güzelliğini kaybetme, kocası öldükten sonra yaşadığı ölüm korkusu nedeniyle yüzlerce bayanı öldürtüp genç kalma düşüncesi, beyninde saplantılı bir düşünce halini almıştır.Filmi izlediğimde aşkın bir insanı nasıl değiştirebildiğine, yalnızlık ve aşksızlığın insanın doğasındaki bencilliği ortaya çıkarabildiğine tanık oldum. Bu hikaye de Kontes’i yaptığı korkunç cinayetlerden dolayı haklı bulmuyorum; ama öyle olmuyor mu gerçek hayatta da? En büyük günahların sebebi aşk, yalnızlık ve kıskançlık değilmi birçoğumuzun hayat hikayesinde olduğu gibi?

Marlene Dietrich

queennothing | 27 June 2011 11:39

1898 senesinde dünyaevine giren Louis Erich Otto Dietrich ile Wilhelmina Elisabeth Josephine Felsing’in 1900’de dünyaya getirdikleri Elisabeth’ten sonra 1901’de doğan Marie Magdalene Dietrich, Almanya’da çıkmış en başarılı, en yetenekli ve en güzel kadın oyunculardan biridir. 1920’li yıllarda kabare şarkıcılığı yapan Marlene, 1930’lar, ’40’lar ve ’50’lerin sinema filmlerinde aranan aktris olmuştur.

27 Aralık 1901 tarihinde Almanya’nın başkenti Berlin, Schöneberg’de dünyaya gelen Marlene Dietrich, 10 yaşına geldiğinde babasını yitirdi. Bu kayıptan 5 sene sonra sonra babasının iyi arkadaşı Eduard von Losch ile evlenen annesi, bu eşini de Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetti. Altı yaşındayken hem ilkokul hem de liseyi içinde barındıran Auguste-Viktoria Kız Okulu’na giren Marlene, çello kursuna yazıldı. Tiyatro ve şiirle ilgilenen genç kız, 1919 senesinde “Im Schatten des Glücks” adlı bir filmde göründü. 1923 senesinde Napolyon’un yaşamını anlatan “So sind die Männer”de küçük rol alan Marlene, ilk gerçek işine Guido Thielscher’s Girl-Kabarett’te sahip oldu. Kabare şarkıcılığı yapmaya başlayan Marlene, Max Reinhardt’ın drama okulunda eğitim aldı. 1924 senesinde set asistanlığı yapan Rudolf Sieber ile dünyaevine giren genç kadın, sinema filmlerinde kısa roller alıyordu. Aynı sene ilk ve tek çocuğu Maria Elisabeth Sieber‘i (bildiğimiz adıyla Maria Riva) doğurdu. “Der Mönch von Santarem”, “Der Sprung ins Leben”, “Der Tänzer meiner Frau”, “Der Mensch am Wege” gibi filmlerde rol alan genç yıldız, 1926’da Lya De Putti ile birlikte “Manon Lescaut” adlı yapımda rol aldı. 1927 senesinde ülkemizde de gösterime giren “Madame wünscht keine Kinder” adlı yapımda rol alan Marlene, “Eine Dubarry von heute”, “Kopf hoch, Charly!”, “Sein größter Bluff”, “Der Juxbaron” ve “Café Elektric” gibi filmlerde rol aldı. 1928’de “Ich küsse Ihre Hand, Madame”, “Die Frau, nach der man sich sehnt”, “Das Schiff der verlorenen Menschen” gibi az duyulmuş yapımlarda oynayan Marlene, 1930 senesinde ilk büyük rolünü “The Blue Angel“de oynadı.

facebook’ta mesaj geçmişi

Aristocrat | 27 June 2011 11:14

Facebook’ta bir arkadaşıma çok önceden gönderdiğim özel mesajları silmek istiyorum. Sadece kendi sayfamdan değil, onun sayfasından da. Şöyle ki, o arkadaşıma tekrar mesaj göndermek istediğimde karşıma eski mesajlar da çıkıyor. Haliyle arkadaşımın karşısına da çıkacak bu mesajlar. İşte bu eski mesajların çıkmasını nasıl engellerim?

Colgate Sensitive Pro-Relief Ödüllü Slogan Yarışması

bluelake | 27 June 2011 10:58

Colgate, diş hassasiyetine karşı anında ve uzun süreli rahatlama sağlayan ürünü Sensetive Pro-Relief için yayına aldığı Facebook sayfasında ödüllü bir yarışma başlattı.
Yarışmaya katılım çok basit! Katılımcılar önce ürün için yaratıcı ve eğlenceli bir slogan buluyorlar, ardından Colgate Sensetive Pro-Relief ile çekilmiş gülümseyen bir fotoğraflarıyla birlikte yarışmaya gönderiyorlar. En çok beğeniyi toplayan ise ödüllerin sahibi oluyor. İşte hepsi bu! Yarışmaya www.facebook.com/ColgateSensitiveProRelief linkinden ulaşabilirsiniz.

i̇dda’da basketbol handikabı nedir, ne demektir , nasıl oynanır

CihanTurK | 27 June 2011 10:43

i̇ddaa‘da bircok futbol sever oldugu gibi bircok da basketbol sever vardır. basketbol’da takımları dengelemek için zayıf
olarak gözüken takıma verilen bir tür sayı avantaji olarak ifade edilir. güçlü olan takımın kazanmış sayılabilmesi için
güçsüz takıma verilen sayı avantajından daha fazla sayı atmış olması gerekir.

mesela bir örnek yapalım..

710 kodlu maçta barcelona’nın idda ’da maç sonucunda oyunu kazanmış sayılabilmesi için, handikapdaki değeri
3.5 olan orandan daha fazla sayı farkı ve kesi̇nli̇kle ilk yarıyı kazanması gerekir.

Orjinal olarak doğarız, kopya olarak ölürüz

gokyuzuX | 27 June 2011 10:19

İnsan olmanın anlamını sorgulamak, onun insanlığını ve kimliğini sorgulamaktır. Dünya’nın birçok yerinde hala kadınların ve çocukların şiddete maruz kalmaları, tecavüze uğramaları, çocukların çocuklara uyguladığı şiddet günümüzde hala devam ederken bulunduğumuz ortamı gururla uygarlık diye adlandırıyoruz. Ancak uygarlığın içinde hakim olan yasalar ve güçler, bize karşı ruh ve bedensel mutluluğumuzu hedef alan bağımsız bir varlık geliştirmiş durumdalar. Bilgi toplumu çağında yaşamamıza rağmen, geçmişimizden ders almamız yüzünden biribirimizle daha fazla çatıştığımız bir dünyada yaşıyoruz.