bildirgec.org

minimal kol saatleri

AntiHumanIST | 30 April 2008 14:57

daha önce paylaştığım nostaljik saatler‘e olan ilgiyi görmezden gelemedim ve sizin için okunması en zor minimal tasarıma sahip 12 kol saatini buldum. tasarımcılar ne cins saatler yaratmış görmek isterseniz buradan inceleyebilirsiniz.

Temiz Enerji

brom4 | 30 April 2008 14:55

sun flower
sun flower

Yemeklerinizi güneş enerjisiyle pişirebileceğiniz; taşınması, kullanılışı pratik olan Koo Ho Shin tasarımı ocak. Yapmanız gereken içine pişirmek istediğiniz herhangi birşeyi koyup, yapraklarını açmak ve güneşe çevirmek.Detaylı bilgi

Sadece Sizin

brom4 | 30 April 2008 14:25

Sade ve kullanışlı çözümüyle Jaehyung Hong tasarımı olan bu bardaklar, sadece size sesleniyor. Bardağın altındaki harflerden, rakamlardan yada şekillerden istediğinizi kaldırarak karışıklıkların önüne geçmenizi sağlıyor.

Karaburun’da…

kopanisti | 30 April 2008 13:55

Evet nerde kalmıştık. Hah tamam tekneyi Saipaltı barınağında emniyete aldıktan sonra Karaburun’a iniyoruz. Belediye Başkanı minübüs ile ring seferi organize etmiş, hazır olanları İskele’deki pansiyonlara transfer ediyor. Sıcak su ile duş almak iyi geliyor, temiz kıyafetler giyip kokular sıkarak dışarıya atıyoruz kendimizi, iskelede biraz yürüyüp dağları yeşilliği seyrediyoruz. Karaburun birkaç özel şeyle çok meşhurdur.

Enginar, belki de Türkiye’nin en güzel enginarı burada yetişir. İlk ürünü İstanbul’dan gelip tarladan kaldırır götürür konserveciler, ikinci hasat da taze taze satılır, bir kısmını köylüler yol kenarında kurdukları tezgâhlarda ve merkezde haftada 2 gün kurulan pazar yerinde satarlar. Enginarın en lezzetli zamanı kafasının bir hanım yumruğu büyüklüğüne ulaştığı zamandır, 2o dakkada pişer, çok leziz olur, bunun yanında bakla da yetiştirilir tarlalarda. Tamamen organik mis gibidir.

4 adet enginar alırsınız saplarını keser dış yapraklarını beyazlar gözükene kadar koparırsınız bu arada limonla ovmayı unutmazsanız enginar kararmaz, bıcakla uç kısımlarını keser atarsınız, içini bir kaşık yardımıyla oyar tüylerinden ve sert iç yapraklarından arındırır suda biraz bekletirsiniz, ister bütün ister 4 parça ister ikiye bölerek. Yarım kilo da bakla ayıklarsınız onları da suya atarsınız ki kararmasın. Onlar suyun içinde banyolarını yaparken 2-3 tane taze soğanı beyaz ve yeşil kısımlarını birlikte ince ince kıyarsınız, dereotunu ayıklayıp onu da ince ince kıyarsınız. Çelik tencereye enginarları, üstüne baklaları, üstüne kıyılmış taze soğanları koyarsınız miktarını isteğinize göre ayarlayıp şeker ve tuz ilave edersiniz, yarım su bardağı su ekleyip kısık ateşte 20 dakika pişirirsiniz, mis gibi olur. Bunu bir servis tabağına alırsınız ki tencerede sıcakta kalıp pişmeye devam etmesin, soğumaya dursun. Soğuyunca üstüne Karaburun’dan aldığınız zeytinyağını salataya döker gibi bocalarsınız, en üstüne de kıyılmış dere otunu serpiştirirsiniz.
Tırnak içinde söylemeliyiz, yemeğe bilerek, pişerken zeytinyağı eklemiyoruz, çünkü 80 dereceyi geçen sıcaklıkta zeytinyağı özelliğini, sağlığını, aromasını kaybediyor ve artık zararlı madde üretmeye başlıyor.

AİDİYET DUYGUSU

Dicle Guntas | 30 April 2008 13:47

Garip bir varlık insanoğlu. Yeryüzünde bulunan en kibirli canlı, kibiri haklı mı haksız mı sorgulamak ne mümkün!
Bize bahşedilen zekadan bahsederken bile gururluyuz sanki bize akil, zeka bahsedilmesini hak etmişiz, çabalayarak kazanmışız gibi bunu. Halbuki zekamız doğanın dengesini korumak için kazandığımız bir özellik. Bizde atlar gibi doğduktan bir kaç saat sonra koşabilseydik, maymunlar gibi bizi soğuktan koruyan uzun tüylerimiz birkaç gün içinde çıksaydı böyle bir zekaya gerek kalmayacaktı. Evrenin düzenine bakınca çok basit görünen bir adaptasyon bizim gurur kaynağımız. Zekamız zayıflığımızdan kaynaklanıyor aslında, fiziksel kusurlarımızı örtbas etmek için ama biz kendimizde olan özelliği “en iyi” sayma güdüsüyle yine zeki olmayı tercih ediyoruz.
Aidiyet duygusu ise bundan sonrasında devreye giriyor. Kendimizi canlılar arasında “insan” kategorisine yerleştiriyoruz bir kere ama bu bizim egomuzu (ego Latince kendim demektir) tatmin etmiyor. Bu sefer ırklara ayrılıyoruz, o da yetmiyor dinlere ayrılıyoruz; sarışınlar, zenciler diye ayrılıyoruz. Tüm bu gruplaştırmalar o kadar genel kaçıyor ki aidiyetin içgüdüsel yapısına, bizler takımlara ayrılıyoruz, “sağ”a “sol”a kaçıyoruz. Kendi bireyselliğimiz, “ben”imiz o kadar küçük ki onu büyütmek için “biz” oluyoruz. Hem de her konuda biz oluyoruz; fiziksel özelliklerimizle, inançlarımızla, siyasi görüşlerimizle, tuttuğumuz futbol takımıyla, basketbol takımıyla, aldığımız dersle, dersi sevmeyen öğrencilerle, sevenlerle… Genelden özele indikçe iniyoruz ve tüm bu “özelleşme”nin ortasında aslında en basit ve en temel aidiyeti unutuyoruz. İnsan olduğumuz gerçeğini…
İnsancılık en büyük gerçeğidir insanoğlunun çünkü Dostoyevski’nin dediği gibi “her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur”.
Peki insancılık yani hümanizm nedir? insanı insan olduğu için değerli gören düşünüş biçimidir özünde hümanizm. İlk ortaya çıkısı Rönesans döneminde olmuştur. Skolastik felsefenin egemenliğinden kurtulmuş kültür adamlarının insanı kendine konu edinmesiyle doğmuş bir düşünce akımıdır aslında. Dante ve Petrarca’nin öncülük ettiği bu akıma daha sonraları Gionozo Manetti, Leonardo Bruni, Marsilio Ficino, Lorenzo Valla, Montaigne ve unlu Fransız yazar Jean- Paul Sartre gibi nice aydınlar katılmıştır.

Rönesansdan bugüne değişen ne? Hümanizmi ayaklar altına alan küreselleşmedir aslında. Farklı insanları bir araya getiren küreselleşme; ortak özelliğimizin “insan olmak” olduğunu unutturup, farklılıklarımıza yöneltti dikkatleri. Neden? Çünkü değişime kolay ayak uyduramıyoruz, değişim farklılık demek ve bizler farklılıklara düşmanca yaklaşıyoruz. Bir masada otururken fikrimize katılmayan biri varsa, şahsımıza yönelik olmasa bile bunu düşmanca algılıyoruz. Fikrimizin aksine bir şey söylediği için kaşlarımızı çatıyoruz. Aynı yörede, aynı dil ve dine sahip insanların fikir ayrılıkları daha azken, küreselleşmenin yan etkilerinden sadece biri olan, “farklı fikirlerin bir araya gelmesi” olayı “farklı fikirlerin çatışmasına” dönüşerek bizi hümanizmden uzaklaştırdıkça uzaklaştırıyor.
Seçmecilik (eklektisizm) küreselleşmenin artı kutbu olarak devreye giriyor belki de bu noktada. Farklı düşüncelerin “taraftarları” olmak yerine, fanatik olmak yerine, mantıklı fikirlerin “orta yolunu” bulmak varken neden insanlığımızı birilerinin ortaya attığı gruplarda, fikirlerde, takımlarda yitirelim ki?
İnsanın hayvan olma biçimi hiç bir zaman göz ardı edilemez, üzücü bir biçimde medeniyetten sıyrılıp kabul etmemiz gereken bir gerçek var ki bizi hayatta tutan insanın “hayvani” yanıdır. İnsanda doğuştan varolan tek sistem İd olmakla beraber insanlığın “ideal” olanı öğrenebilecek potansiyeli vardır hatta bu potansiyel o kadar yüksektir ki bir bebeğin doğumundan sonraki altıncı ayında ego’su oluşmaya baslar (Ego İd ve Superego yu kontrol ettiğine göre, Superego; insanın ahlaki ve yargılayıcı yanı da bu donemde oluşmaya başlar). Bilinçaltımızın bilinmeyenine rağmen egomuz (biz) o kadar güçlü ki kontrolü alan taraf. Tüm bu psikanaliz örnekleri gösteriyor ki aslında, temelinde yani en başında varolan tek bir şey var; biz duygusu. Biz ise insan olmaktan daha karmaşık bir şey değil.
Çatışmaların, savaşların ortasında sözde “kardeşlik” terimini bir kenara bırakıp gerçekten içten “bütünlük” istemeliyiz bence. Farklı görüşlerimiz, fikirlerimiz, inançlarımız ne olursa olsun, karanlıkta tüm insanlığı aydınlatan ışık aynı ayın ışığı. Belki de o kadar farklı değilizdir…

masonik takiyye

| 30 April 2008 13:47

Hırsızlığı hırsıza, şerefi şerefsize,
pkk’yı bebek katili apoya sorsan ne cevap alırsın?

Peki, masonluğu masona veya mason yalakasına
sorsan ne cevap alırsın?

Cevap bellidir…

Kendine özgü gizlilik kuralları olan masonluk
hakkında toplumda pek de fazla konuşulduğunu
dumazsınız.
Çoğu insan masonluğun ne olduğunu bilmez,
çoğu da hayırsever zengin insanlar diye bilir.

Onca bilgi kaynağı varken “internet küfü” gibi
ne idüğü belirsiz bir sanal karaktere güvenecekseniz, yine siz bilirsiniz.

En karmaşık ve gerçekçi 33 lego eseri

pisho | 30 April 2008 13:39

lego ustalıkları
lego ustalıkları

bildirgeç‘te daha önceleri bazı lego kreasyonları sunulmuştu lakin bu bildiride 2008 dahil en şaşırtıcı ve gerçekçi 33 lego eseri var..

kısaca kategoriler şöyle:

bu kategoriler altında toplam 33 lego ustalığı yer alıyor.. buradan mevz-u bahis lego eserlerine göz atabilirsiniz.

Telkâri mi? Tayvankâri mi?

midyat | 30 April 2008 13:23

Telkâri (gümüş işleme) sanatı, dinleri, dilleri ve hoşgörüsüyle binlerce yıllık bir kültür mirası olan Güneydoğu Anadolu’nun büyülü kentlerinden biri olan Mardin’de, Midyat bölgesinde bir Süryani geleneği olarak başlamış ve şu anda yörenin önemli geçim kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Telkâri sanatını en eski yerleştiği ve en çok geliştiği bölge olan Midyat şu anda bu sanatın sürdürüldüğü bölgedeki tek merkez konumundadır. Ülkemizde Midyat dışında, yaklaşık 75 yıldan beri de Ankara’nın Beypazarı ilçesinde de telkâri sanatı uygulanıyor ve yaşatılıyor. Midyat ile karşılaştırıldığında, Beypazarı ilçesinde telkâri sanatı çok sonraları yapılmaya başlanmasına rağmen çok mesafeler alınmıştır. Özellikle eğitim konusunda Beypazarı Meslek Lisesi Takı Tasarım bölümü atölyesinde eğitim gören öğrenciler, yöresel telkâri tekniğinin canlanması ve sürekliliğini sağlamak amacıyla bu tekniği öğrenip uyguluyorlar. Takı Tasarım bölümünden mezun olan öğrenciler daha sonra Beypazarı ilçesinde bulunan gümüş atölyelerinde Telkâri çalışması yapma olanağı buluyorlar. Beypazarı’nda bulunan Gazi Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu 1999 yılında Kuyumculuk ve Takı Tasarımı branşı ile faaliyete geçmiştir. Bu programda öğrenciler Kuyumculuk ve Takı Tasarımı konusunda teorik ve uygulamalı eğitim görmektedirler. Ayrıca iş yerlerinde staj yaparak kuyumculuk alanında tasarım ve üretim elemanı olarak yetişmektedirler. Aynı zamanda, Kuyumculuk ve Takı Tasarım Bölümü’nde, Meslek Lisesi Takı Tasarım Bölümü mezunu öğrenciler yüksek öğrenim görüyor ve meslek lisesinde edindikleri tecrübe ve bilgileri geliştirme imkanı buluyorlar. İlçede gümüş işleme işiyle uğraşan sanatkarlar Beypazarı Ticaret Odası çatısı altında örgütlenmişler. En önemlisi ise 2002 yılında şehrine sahip çıkan belediyecilik anlayışıyla, gümüş işlemeciliğine (telkari) Beypazarı belediyesi tarafından patent başvurusu yapılmış ve 2003 yılında Beypazarı’na özgü telkari sanatı olarak tescil ettiren belediye, bundan böyle bu ürünlerin ‘Beypazarı’ adıyla satılması halinde sorumlular hakkında dava açabilecek.